Çewlik.net – Kürt sorununun çözümüne dair “yeni süreç” tartışmaları sürerken, belediyelere yeniden kayyım atamaları başladı. 31 Mart yerel seçimlerinde “Kent Uzlaşısı” modeliyle kazanılan İstanbul’un Esenyurt Belediyesi’nin ardından, 4 Kasım’da Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) yönetimindeki Mardin Büyükşehir, Batman ve Halfeti belediyelerine de kayyım atandı.
Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) Eş Genel Başkanı Çiğdem Kılıçgün Uçar, yeni süreç ve muhataplık tartışmaları ile belediyelere atanan kayyımlara dair Mezopotamya Ajansı’nın soruları yanıtladı.
2016 ve 2019 süreçlerinde Kürdistan’da bulunan belediyelere atanan kayyımlar, batıya uzandı. Bunun DEM Parti ve CHP’nin de içerisinde yer aldığı “Kent Uzlaşısı” modeliyle bir ilgisi var mı?
Kayyım meselesi, iktidarın yeni dönem inşa ettiği rejimin bir aracı. Aynı zamanda bir merkezileşme projesidir. Bu dönem hem bileşeni olduğumuz DEM Parti’nin bir 3’üncü Yol siyaseti vardı. Bize dayatılan tekçiliğe ve milliyetçiliğe karşı ülkenin bütün değerlerinin demokrasi etrafında bir araya gelebileceği ve “Kent Uzlaşısı” olarak tarif ettiğimiz bir model vardı. Esenyurt da bunlardan biri. Tarihsel bir örnek vermek istiyorum; 1912 seçimleri o dönem açısından ilk erken genel seçim ve “Sopalı seçim” olarak tarif edilir. Bitlis’in Sêrt Sancağı’ndan seçilen Hüseyin Kenan Bedirxan var. Seçildikten sonra seçimler iptal ediliyor ve yerine Nazım Bey seçtiriliyor. Niye böyle yapılıyor? Hüseyin Kenan Bedirxan seçilirken Arapların, Keldanilerin, Ermenilerin oyunu alarak seçilmiş bir mebus. Bir anlamda Esenyurt’taki “Kent uzlaşısı” ile de çok yakından bağlantısı var. O tarihten bu tarihe devlet aklı, hegemonyası halkların bir araya gelişine fırsat vermiyor. O zaman Hüseyin Kenan Bedirxan için “Bozguncu” ve “Ayrımcı” deniliyordu. O tarihten bu tarihe baktığımızda değişen bir şey olmadığını söylemek mümkün. Ama demokratik siyaset yürüten bizlerin devletin kurduğu set karşısında yeni bir yol yöntem deniyor olmamız kıymetli. Esenyurt’ta 3’üncü Yol siyasetinin ortaya koyduğu demokratik ulus projesi, yani bütün halkların ve inançların bir arada olduğu ortak yaşam iradesine bir saldırı var. Akabinde de Batman, Mardin ve Halfeti’ye kayyım atandı.
‘CHP’DE KÜRT HALKININ TALEPLERİ NOKTASINDA KULAĞINI AÇAN BİR TAVIR VAR’
CHP’nin yeni süreç tartışmalarına dahil olması ve Kürt sorununun çözümüne dair söz kurmasının Esenyurt Belediyesi’ne kayyım atanması arasında bir bağ var mı?
Kent Uzlaşısı’nı sadece CHP ile açıklamamak gerekiyor. Sivil toplum örgütleri, yerel dernekler, bütün toplumsal kesimleri de kapsayan bir uzlaşıdan bahsetmek lazım. Hem CHP hem de mevcut iktidarın, ulus devlet kodları gündem olduğunda nasıl yan yana geldiklerine yıllardır biliyoruz. Bu dönem açısından CHP de yeterli düzeyde olmasa da daha demokratik değerlere ve Kürt halkının haklı talepleri noktasında kulağını açan bir tutum ve tavır var. Bu iktidar cenahından çok kabul gören bir durum değil. İktidar, “Kürtlerle ilişki kurarsam ben kurarım, onu ben belirlerim, istediğim gibi yaparım” diyor. Kürtlerin ya da Alevilerin varlığı, Türkiye’de rejimde yaşanan sertleşmenin ve şiddetin esas kaynağını oluşturuyor. Bu politikanın inşasında CHP’nin de çok rolü var. Bugün ulus devletin yaşadığı kriz ister istemez CHP’de de bugüne kadar görülmeyen bir sorunun görülmesine neden oldu. Böyle bakmak gerekiyor.
Tabi bu süreçte Kürtlere ve Kürt demokratik siyasetine hangi değerlerle yaklaşıldığına bakmak lazım. Eğer bir fayda yaklaşımı ise, bunun gideceği yer belli, zaten bir saatten sonra tükenmiş olur. Ama kalıcı bir dönüşüm ve değişimi hedefliyorsa, bu ülkenin hukuku, adaleti ve zenginlikleri açısından anlam ifade ediyorsa ebetteki kıymetli. Gündelik ve dönemi kurtarmak açısından ise, bunun bir faydası olmayacağı belli. Dolayısıyla iktidar cenahının ve CHP’nin birbirleri ile kurduğu ilişkilerde bizim açımızdan önemli olan Kürt halkının kazanımlarının pazarlık haline getirilmemesidir. Kürt halkının taleplerinin pazarlık haline getirilmemesidir. Biz mücadelede ve siyasette yol yürürken, demokrasi, eşitlik ve özgürlüğü esas alan herkesle yol yürümeyi, 3’üncü Yol siyasetinin bir gereği olarak görüyoruz. O yüzden konumlanmalar esasından demokratik siyaset alanının talepleri ve mücadele hattı üzerinden olmalı. Diğer açıdan da aslında bu ülkeye de kendi siyasi geleneklerine de bir faydası olmaz. Ama CHP’nin bugün hedef haline gelmiş olmasının da bu adı konulmamış süreç ile bağlantılı olduğunu düşünüyorum.
‘AKP YA DA CUMHUR İTTİFAKI ŞİDDETİ TÜRKİYELİLEŞTİRDİ’
Esenyurt sonrası 3 belediyeye kayyım atandı. Mardin, Batman ve Halfeti özel olarak mi seçildi?
Mardin, hem Kürt mücadelesi hem de bu coğrafyada farklı halkların ve inançların birbirleriyle eşit yaşadığı özel bir kent. Mardin’de müdahale edilen şey aslında sadece belediye değil. Orada açığa çıkan Kürt halkının demokratik iradesinin kendisidir bir anlamda. Mardin, bu ülkedeki krizlere karşı çözüm adresi olduğu için buraya saldırı var.
Batman Belediye Eşbaşkanımız Gülistan Sönük’ün aldığı oy oranı ve seçim sonrası yürütmüş olduğu faaliyetlerle bizim kadın özgürlükçü paradigmamızın topluma ne kadar fayda sağlayabileceğinin en temel göstergelerinden bir tanesi oldu. Devlet hem genel seçimlere giderken hem de 2015 yılından beri bir konsept uyguladı. Bu konsepti uygularken de yeni ittifaklar edindi. Bu ittifaklardan birisi de aslıdan Hizbullah’tan arta kalan HÜDA-PAR’ın kendisidir. Batman’da hem HÜDA-PAR’a alan açmak ve çalışmalarını görünür kılmak, hem de devlet kadrosu olarak etkin hale getirme yöntemlerinden birisiydi. Batman, Hizbullah’a, HÜDA-PAR’a açılmak isteniyor. Kadın özgürlük mücadelesi boğulmak isteniyor.
Halfeti se, Kürt Halk Önderi Sayın Abdullah Öcalan’ın ilçesi, memleketi. Halfeti’de Türkmenler ve Kürtler çok uzun süredir birlikte yaşıyor. Tam da Sayın Abdullah Öcalan’a çağrıların yapıldığı bu dönemde ilçesinde belediye eşbaşkanlarımız görevden uzaklaştırılıyor.
AKP, 31 Mart seçimlerinde sadece belediye ve rantı kaybettiğini zannediyor. Değil aslında, çok şey kaybetti. Güveni kaybetti, iktidar olmayı kaybetti. Biz 31 Mart yerel seçimlerinde sadece belediye kazanmadık. Onurlu mücadelemizin, Kürt halkının özgürlük taleplerinin, haklı taleplerinin Türkiyeleşmesine doğru bir adım attık. Çünkü o talepleri görmezden gelen her siyasi parti ve iktidarın kendisi bugün neredeyse hatırlanamayacak düzeyde. Bugün Cumhur İttifakı’nın karşı karşıya kaldığı şeylerden birisi de bu.
Kürdistan’da yaşatılan şiddeti o kadar ileri düzeye götürdü ki; buna karşı yaşanılan sessizliğin kendisi bu şiddeti Türkiyelileştirdi. Biz demokratik siyasetle Türkiye’yi demokratikleştirmek çabası içerisinde iken, AKP ya da Cumhur İttifakı’nın kendisi şiddeti Türkiyelileştirdi. Herkesi Kürtleştirdi aslında. Hak talep eden bütün halklara ve inançlara Kürtlere uyguladığı politikayı uyguladı.
Kürt halkının mücadelesi bu ülkede demokrasi adına çok güçlü bir umut, güçlü bir değişim, dönüşüm görevini de görüyor. Ancak hem ciddi bir tahammülsüzlük, imha, inkâr ve soykırım politikasıyla karşı karşıyayız. Hem ekolojik düzlemde, hem kadın açısından, hem emek açısından, hem kültürel açıdan, hem dilimiz açısından çok ciddi bir soykırım ile karşı karşıyayız. Bunu tamamlayabilmesi için bütün belediyelerin, neredeyse bütün genel yönetimin de AKP’nin elinde olması gerekiyor. Tam İttihat Terakkici bir anlayış var. AKP, bugün İttihat ve Terakki anlayışının en belirgin olduğu dönemi yaşıyor ve bunu da Kürt halkı ve farklılıkları, demokrasi güçlerini ezmek üzerinden ifade etmeye çalışıyor. Sıkışmışlığını da buradan aşmaya çalışıyor.
Kayyımlara yapılan gerekçelere dair neler söylersiniz?
Mahkeme salonlarında tek yargılananların Kürtler olması bence meseleyi açıklıyor. Çünkü hukukunu, yargı sistemini eleştirdiğimiz bir rejimden bahsediyorum. Mesela Kobanê Davası için niye “Kumpas Davası” diyoruz. Çünkü kumpas olduğu için böyle diyoruz. Bir gerçeğe, bir hakikate tekabül etmiyor. Tam tersine kendisi gibi olmayanı ezmek için sopa haline getirilmiş bir yargıdan bahsediyoruz. O açıdan bu iddianameler bizim açımızdan yok hükmündedir. Seçilen belediye eşbaşkanları için “terörist” ifadesi yapılıyor. Dönüp bakalım bütün belediye eşbaşkanlarımız hangi oranla seçilmiş. O zaman toplumun hukuku ile devletin hukuku birbirini tutmuyor. Devlet kendi tekelinde, kendi kodlarına aykırı olan her şeyi “terörize”, “illagalize” hale getirerek, yol almaya çalışıyor. Ama toplum hukuku başka bir şey söylüyor. Yani bu aşamada devlet hukuku toplum hukukuna yenilmiştir.
Kayyımlara dönük tepkileri yeterli buluyor musunuz?
Her zaman mücadelenin en yüksek hale gelmesi, en büyük hale gelmesi esas hedefimizden birisidir. Kayyımla ilgili hem Kürdistan halkının bir deneyimi var hem de Türkiye demokrasi güçlerinin bir deneyimi var. Herkes hukuki olmadığını, darbe olduğunu tanımladı. Yan yana gelişlerin, ortak mücadele hattının elbette güçlendirilmesi gerekiyor. Çünkü kayyımın artık dönemsel değil, iktidarın bir rejimi biçimi haline geliyor olmasına itirazın yükselmesi gerekiyor. Kürdistan’da yaklaşık bir yıldır hem Avrupa’da hem de diğer ülkelerde Kürt Halk Önderi Sayın Abdullah Öcalan’ın özgürlüğünü hedefleyen ciddi bir kampanya yürütüldü. Bunun bir ayağı olarak Amed’de 13 Ekim’de çok güçlü bir miting gerçekleşti. Kürt halkının gündemi esasen Kürt sorunun demokratik çözümü ve Kürt Halk Önderi Sayın Öcalan’ın özgürlüğüydü.
Bu yeni dönemde yaşananların da yükselen özgürlük talebinden bağımsız olmadığını düşünüyorum. Tam da böylesi bir durumda gündem değiştirip, kayyım atayarak, hem Kürt halkının taleplerine bir cevap vermiş oldu hem de Sayın Öcalan’ın demokratik çözüm konusunda sunduğu paradigmaya ve projeye bir cevap vermiş oldu. Kürt meselesi ve Kürdistan coğrafyası halen devlet aklında bir pazarlık meselesi… Kürt halkına teslimiyet dayatılıyor. Kürt halkına, bütün taleplerinden vazgeçmesi dayatılıyor. Kayyım bizim bir gündemimiz ama Kürt sorunu demokratik yöntemlerle çözülmediği müddetçe kayyım da cezaevlerinde yaşanan ihlaller de gün be gün yaşadığımız şiddetin kendisi de devam edecek. Dolayısıyla işe biraz daha fotoğrafın büyüğünden, Kürt sorunun çözümünden bakmak gerekiyor.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, 1 Ekim’de DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan ile tokalaştı. Sonrasında “yeni süreç” tartışmaları başladı. Bahçeli, “örgütünü tasfiye” karşılığında Abdullah Öcalan’ın Meclis’te konuşması çağrısı yaptı. Tüm bu yaşananları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bahçeli’nin ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Kürt sorunu ile ilgili kurduğu söylemler Meclis grup toplantılarında ve grup kürsüsü ile sınırlı kaldı. Halen bir kürsü konuşmasındayız. Kürt meselesi bir aylık, bir yıllık mesele değil, yüzyıllık bir meseledir. O ciddiyetle, o özenle yaklaşmak, o muhataplıkla yaklaşmak gerekiyor. Bu kürsü konuşmaları ilerleyen düzlemlerde kürsü tartışmalarına dönüştü. Ama kiminle Kürt meselesini müzakere ediyorlar, kiminle Kürt sorununun çözümünü konuşuyorlar bilmiyoruz. Büyük ihtimalle kendi aralarında konuşuyorlar. İkincisi devlet cenahında bir iç toplumsal barış ve iç cepheyi güçlendirme tarifi var. Mesela şu soruyu soralım; Kürtler hiç bu iç cephede olmadı. Kimle güçlendireceksiniz?
Küresel siyasetin kendisi bugün iki başlık üzerinde duruyor. Birincisi; güvenlik politikaları, ikincisi; enerji politikaları yani enerji koridorları. Türkiye jeopolitik konumu, jeo-stratejik konumu çok önemli olan ülkelerden birisi iken, ilk defa bu dönemde hem enerji koridorlarında hem dış politikada birçok düzlemde denklem dışı bırakıldı. Bunun yaratmış olduğu ciddi bir krizin olduğunu söylemek lazım. Bu krizin yaşandığı esas yer Ortadoğu.
Ortadoğu, ekonomik ve siyasal anlamda dünyanın merkezi durumunda. Bir anlamda eğer bir şeyler değişecekse öncülük yapacak yerlerde birisi Ortadoğu’dur. Peki Ortadoğu’da güç olan kim? Devletleri olmadığı halde Kürt halkının varlığı, Kürt halkının mücadelesi. Türkiye, bu yaşadığı krizin siyasal ve sosyal etkenlerini aşabilmek için güç olan Kürtlerle yan yana gelmenin yolunu arıyor. Ama yöntemi yanlış. Çünkü Kürtlerle konuşmadan, Kürtlerle yan yana gelmeden, Kürt tarihini ve varlığını kabul etmeden yol almak mümkün değil. En son kürsü konuşmasında Bahçeli’nin ‘Kürt sorunu yoktur’ demiş olması aslında bu meseleye nasıl yaklaştıklarının çok net göstergelerinden birisidir. Bizim açımızdan İmralı’daki tecrit kalkmadan, Sayın Öcalan’ın özgürlüğü sağlanmadan yapılan konuşmalar ve tartışmalar hamaseti, pazarlık tartışmalarını geçmeyecektir. Dolayısıyla devletin büyük adım atması gerekiyor. Attığı, yapmış olduğu tokalaşmaya, kürsü konuşmasına büyük anlamlar yüklüyorlar; kıymetlidir ona bir şey demeyeceğiz ama Kürt sorununun demokratik çözümü açısından küçük bir adımdır. Bu süreç muhataplarıyla, gerçek çözümü tartışacak bir zemine dönüştürülmesi lazım. Henüz böyle bir zemin, böyle bir muhataplık ilişkisi de kurulabilmiş değil.
Bahçeli’nin “PKK’nin tasfiyesi” karşılığında Abdullah Öcalan’ın “umut hakkı”nı pazarlık konusu yapması ne anlama geliyor?
Hukukun ve adaletin işlemesi, bir ülkede demokrasinin ne kadar işlediğinin en önemli göstergelerinden biridir. “Umut hakkı” meselesi de ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası alan herkes için uygulanması açısından AİHM’in uzun süredir vermiş olduğu kararlardan birisidir. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin de gündeminde olan bir karardır. Eylül ayında bu mesele tartışıldı ve ilk defa Bakanlar Komitesi, Türkiye’ye bir yıllık süre verdi. Bugüne kadar bütün bunları reddeden, “tecrit yoktur” diyen AKP hükümetinin ilgili kurumları, ilk defa bir yıllık süreçle karşı karşıya kalınca bununla ilgili ne yapabileceklerini düşünmek durumunda kaldılar. “Umut hakkı”, bir pazarlık haline getiriliyor. Bu ülkenin ya da mevcut iktidarın hukuksuzluğu, adaletsizliği ne kadar derinleştirdiğiyle açıklanabilir. Sayın Abdullah Öcalan şahsında ama bu mesele başka bir şeye dönüşüyor. Çünkü sıradan bir tutuklu, hükümlüden bahsetmiyoruz. Bu ülkede hem Kürt sorununun demokratik çözümü hem de ülkenin yaşamış olduğu krizleri aşma konusunda tarihi bir aktör, siyasi bir aktördür. Sayın Abdullah Öcalan’ın tecrübelerini Türkiye’nin yararına kullanmak yerine pazarlık konusu haline gelmiş durumdalar. Pazarlık meselesi, Kürtlerin çok aşina olduğu ama hiçbir zaman kabul etmediği şeylerden birisidir.
Abdullah Öcalan, 43 ay sonra yapılan görüşmede “Koşullar oluşursa bu süreci çatışma ve şiddet zemininden hukuki ve siyasi zemine çekecek teorik ve pratik güce sahibim” mesajı verdi. Sizce Abdullah Öcalan hangi koşullara işaret ediyor?
Bir yılı aşkın süren kampanya sürecinde Sayın Abdullah Öcalan’ın perspektifi ve paradigması kapitalist sistem krizine karşı çok güçlü bir alternatif olarak kabul edildi ve sahiplenildi. Bu önemli bir verinin Türkiye’ye geri adım attırdığını düşünenlerdenim. İkincisi; Bahçeli, “Öcalan gelsin DEM grubunda konuşsun” dediğinde de buna işaret etmiş oldu. Sayın Abdullah Öcalan, Kürt sorununun çözülmesinde en temel aktörlerden birisidir. Hem tarihi hem siyasi anlamda en önemli aktörlerden birisi ve devlet bunu teyit etmiş oldu. Bu teyidin bir pratiğe dönüşmesi lazım. Evet, bir görüşme gerçekleşti ama bunu tecridin kalktığına yoramıyoruz. Zaten kendisi de dışarıya “Tecrit devam ediyor” mesajı gönderdi.
Öncelikle tecridin kalkması gerekiyor. 2013-2015’te yarım kalan, tamamlanmayan, belki de kaçırdığımız ama kaybetmediğimiz süreç açısından; Sayın Abdullah Öcalan’ın özgürlük koşullarının olması gerekiyor. Partisiyle, örgütüyle, demokratik siyaset alanında muhatap olarak hem devletin hem kendisinin de tartışabildiği koşulların yaratılması gerekiyor. Bunun birçok ayağı var. Hukuk bu alanlardan birisi. Hukukun Türkiye’de yaşayan bütün halklar açısından bir güvence zemini olması gerekirken, tam tersine bir sopaya dönüştü. Anayasa bunlardan birisi. Kürt halkının haklı taleplerinin nasıl yazılacağı gibi birçok başlık var. Hem Anayasa hem hukuk anlamında hem de ortak yaşamın nasıl örüleceği noktasında birçok başlık var. Dolayısıyla kaçınılmaz olan özgürlük koşullarının sağlanması ve eşit düzlemde bu sürece muhatap olarak katılmasının önünün açılması gerekiyor.
PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın barış noktasında bazı kesimleri “ikna” edemeyeceği kimi çevrelerce dillendiriliyor. Öcalan konuşursa halkları barış konusunda ikna edebilir mi?
Evet, bunu deneyimledik. 2013-2015 yılında deneyimlediğimiz bir şeydi. Newroz’da gönderdiği mesaj bütün Türkiye kamuoyunaydı. Çok olumlu karşılandı ve sahiplenildi. Toplumu ikna edebilecek kabiliyeti var. Bunu hem Türkiye toplumu için söylüyorum hem Kürt halkı açısından. Çok ciddi emeği, çok ciddi tartışmaları var. İmralı’daki zor koşullara rağmen 2013-2015’te gördük. Devlet o süreçte Sayın Abdullah Öcalan’ın etkisini görmüştü. Ortaya çıkan Rojava özgür deneyiminin aslında Sayın Abdullah Öcalan’ın fikirleri ve paradigmasından bağımsız olmadığını herkes biliyor. DAİŞ ile mücadelede herkesin tutunduğu temel umut Sayın Abdullah Öcalan’ın paradigmasıydı. Bunu devlet ne kadar illegalize ederse etsin, itibar suikastı yaparsa yapsın toplumlar da biliyor. Devlet yıllarca hak etmediği tanımlamalarla Sayın Abdullah Öcalan’ı hedef aldı. Ama çözüm ve müzakere süreci başladığında bir hafta içerisinde bütün toplumda Sayın Abdullah Öcalan’ın “Barışın elçisi” olduğu tanımı kabul görmüştü, aksini iddia eden yoktu. O yüzden elbette ki etkili bir aktördür.
Kürtlerin dostları tarafından 10 Ekim 2023 tarihinde başlatılan “Abdullah Öcalan’a özgürlük, Kürt sorununa demokratik çözüm” kampanyası sürüyor. Partinizin önünüzdeki sürece dair bir programı var mı?
Bugüne kadar yürüttüğümüz çalışmalarda Sayın Abdullah Öcalan’ın elini güçlendiren pratikler açığa çıktı. Biz de bu ivmeyi daha da toplumsallaştırmak ve daha güçlü kılmak istiyoruz. Kürt sorununun demokratik anlamda çözülmemesi ile Kürt sorunundaki çözümsüzlük devletin elinde bir kilit. Bu kilitle demokrasi, eşitlik ve özgürlüğü kilitlemiş durumdadır. Biz bu kilidi çözmek için anahtarın Sayın Abdullah Öcalan’ın elinde olduğunu söylüyoruz. Ama bu anahtarı kullanmak ancak toplumun örgütlenmesi ve güçlenmesiyle mümkündür. Bu anlamda hem Sayın Abdullah Öcalan’ın demokratik çözüm konusundaki önerilerinin toplumla birlikte okunması devam edecek. Bunun yanı sıra “özgürlük ve demokrasi” talebiyle Kürdistan’da ve batının bir ilinde Kürt sorununun demokratik çözümü ile Sayın Öcalan’ın özgürlüğünü hedefleyen mitinglerle de bu çalışmayı devam ettireceğiz. (MA)