Şantiye, bir yapının hazırlandığı ve üzerinde kurulduğu alan anlamına gelen Fransızca kökenli bir sözcüktür, inşaat terimidir. 22 yıllık AKP iktidarında belki de en çok duyduğumuz, okuduğumuz, gördüğümüz, maruz kaldığımız bu sözcük zamanla yaşadığımız alana dönüşmüştür.
Çözüm sürecinde -özellikle savaşın yoğun yaşandığı bölgelerde- ülkede yeni ekonomik kalkınma algısıyla hayvancılık/tarım yapan köylüye geçim kaynağı tümüyle ya kiralattırılmış ya da sattırılmış, bir sevimli “köyleri boşaltma” politikası uygulanmıştı, sosyolojiyi hiçe sayarak hem de. Niye şaşırdıysam! Tarihin tekerrürü… Altını çizmekte fayda var: ‘Daha babacan bir strateji’, aynı sonuç…
Gelelim ederinden biraz fazla kazanan, sıcak parayı ilk defa cebinde gören üreticinin, köylünün çılgın şaşkınlığına. Artık yalnızca devletin ya da büyük sermayedarların olan bu topraklarda, özel güvenlik bölgesi ilan edilen yaylalarda ne tarım ne hayvancılık yapmak mümkündü ama sıcak para vardı, şehirlerde ‘kentsel dönüşüm’ adı altında beton tarlaları, kaçak katlarla göğü işgal eden şantiyeler vardı. Üstelik yetmiyordu. Eski üretici, müteahhitten başka ne olabilirdi? Kurşun sıkılmayacaktı kimsenin kalbine artık, şehirler herkese yeterdi. Üretim artık hobiydi, yerli gıda, kendimize yetecek kadardı her şey…
‘Herkesin Dönem Sarhoşluğuyla Unuttuğu Deprem Gerçekliği’
İki fay hattının birleştiği kentte deprem gerçekliği göz ardı edilerek tarım alanlarında lüks apartmanlar, sitelerle kentin düzensizliğine ‘altı da içi de boş’ imar yaması yaptırıldı. Yüzlerimiz gülüyordu, müteahhitçilik kazanacaktı. Evlerimiz sağlamdı, müteahhit de bizimle aynı binada oturuyordu. Tıpkı yaşadığımız sosyal deprem gibi… Siyasilerimizle aynı şehrin havasını soluyorduk, yerel yönetim amirlerimiz akrabalarımızdı, taşı hep ‘akrabalarını sevmeyenler’ atıyordu. Onlar bizim akrabalarımızdı, biz onların neyiydik? Bu kaçak katı buraya kim koydu? Aftor’dan bu yan lo kimin yurdu?
‘Köyden Kente Çarpık Şantiye’
Yaşam alanları, insanların sosyo-kültürel yapılarıyla ilişkilendirilen yerleşim biçimleridir. Bu alanlar, insanların nasıl yaşadığını, arazinin nasıl kullanıldığını, beslenme alışkanlıklarını ve günlük davranışlarını kapsar. Kültür ise bu yaşam alanlarında gelişen gelenek, görenek, inanç ve değerler silsilesidir. Somut kültürel varlıklar, bu kültürü yansıtan unsurlar olarak kabul edilir ve korunması gereken önemli unsurlardır. Yaşam alanlarının bilinçli bir şekilde bu kadar kısa sürede hiçbir planlama yapılmadan talan edilmesiyle bir diğer deyişle kırsal alanların boşaltılmasıyla demografik değişim, ekonomik sorunlar, altyapı baskısı, kültürel yozlaşma boy gösterdi. Hepsine detaylı değinmek bu yazıda pek mümkün görünmese de buna çalışacağım.
Eski Bingöl Belediye Başkanı Serdar Atalay ile genişlemede hız kazanan şantiye alanı bir sonraki dönem Belediye Başkanı Yücel Barakazi ile hem müthiş bir ivme yakaladı hem de yalnızca şehrin imar planına değil sosyolojik planına da nüfuz etti, etmeye de devam ediyor. Yani Bingöl dört dağ içinde bir şantiye alanı. Yani Bingöl dört dağ içinde gözleri toz topraktan görmez olmuş, çözüm sürecinin bitmiş olmasıyla sarhoşluğunu hobisini iş haline dönüştürmek istediğinde anca atabilmiş, buna bağlı olarak çılgın şaşkınlığını ancak korkulu şaşkınlığa evirebilmiş, amir ve siyasilerin akrabalarının yaşadığı şehir. Korku, şantiyenin yeni bekçisi. Artık dönecek bir köy yoktu. Vardı ise de köy yolları da birer şantiye idi, hâlâ öyle, Alevi köyleri dahil değil, hiç olmadı da.
Bingöl kendi insanına fazlaydı ve şehirdeki istihdam alanlarını ancak büyük sermayedarlar doldurabilirdi. Bkz: Çapakçur Viyadüğü, Çapakçur Vadisi Millet Bahçesi, SÜTAŞ…
Şehrin insanı şehre fazla gelmeye başladı. Çünkü İŞKUR her istihdam alanı açtığında gençlerin ümitsizliği artıyordu. Bir kez daha çünkü: ya akrabalar vardı ya da akrabalarına taş atanlar. Ya güvenlik soruşturması vardı ya da akraba soruşturması. Yanı sıra başka ‘kardeş şehirlerin’ akrabaları pekâlâ şehrin işsiz gençlerinden daha kıymetli, daha layıktı. ‘Akrabalarımız’ bunu direkt söylemese bile buna uygun davranıyordu. Halk ‘akrabalarımızı’ incitmemek(!) adına, onların duyamayacağı(!) alanlarda bu duruma sitem ediyordu(!). Herkes o günlerde itiraz ettiği için bugün herkes şehrin gençlerinden şikayetçi olma hakkına sahip. Zaten bir kurban seçme hakkımız olsa ilk taşı kim atsındı başka?
İşsizliğin Bitki Örtüsü: Göç
Pandemi dönemi, hem bireyler hem de toplumlar açısından derin etkiler bıraktı. Bingöl özelinde konuyu ele alacak olursak küçük işletmelerde çalışan emekçilerin devlet desteğinden mahrum kaldığını hatırlayalım. Pandemi süresinin belirsizliğiyle artan toplumsal anksiyete başta misafir sandığımız sonra ailemizden biri olacak olan bazı etkileri evlerimize aldı, baş köşe ekonomik kaygının. Sosyal yaşamın zaten kısıtlı olduğu şehirde toplumun genleri yüzünden evde başkası dışarıda başkası olmaya zorlanan bireyler ekonomik şartların da etkisiyle tahammül sınırlarını nereye kadar esnetebilirlerdi ki? Evin yeni reisi ekonomik kaygı, bu tahammül eksenini nereye götürecekti? Cevap: Aile içi şiddet, özellikle genç ve kadın intiharları. O kadar çok yaşandı ki bu durum zamanla alışılmış hale geldi ne yazık ki. Bugünlerde yaşanan vahşetlere tepkisiz kalmış olmamız üzülerek söylüyorum, korkudan veya şaşkınlıktan değil. Sıradanlaştırmış olmamızdan kaynaklanıyor. Üstelik utanmıyoruz da. Neyse!
Yukarıda istihdamla ilgili değindiğim yalnızca birkaç sorunun yarattığı kaygıya bir de pandemi döneminin belirsizliği eklenince şehrin insanı yaş fark etmeksizin zorunlu göçe teşvik ettirildi. Acı bir tebessümle söylüyorum, buna ‘umuda yolculuk’ dedi birileri. Birilerine ‘ekmek kapısı’ oldu bu göç dalgası(komisyoncular). Birileri gitti, birileri bu yüzden kazandı, birileri kaldı, birileri kalmak zorunda kaldı. Birileri hâlâ gidiyor, birileri hâlâ kazanıyor, kalanlar gitmeye çalışıyor, hem de zorunlulukları için…
İşsizliğin Diğer Etkisi
Bingöl ki vardır uyuşturucu sorunu hep olmuştur. Ancak bu sorunun bu kadar geniş alanda bu denli gizlenmeden yaşandığı bir dönem olmuş mudur, sanmıyorum. Elbette ki bu sorunu yalnızca işsizlik üzerinden ele almak pek de sağlıklı değil. Ancak Bingöl’de sokağa indiğimizde, hele ki Aşağı Çarşı’ya indiğimizde göreceğiz ki büyük sebeplerinden biri işsizlik… Haliyle gelecek kaygısı… Satanın bağımlıya oranı neredeyse bir. Korkunç bir oran. Daha korkuncu ise satanların ‘çaresizliği’(!). Onların da bu durumu işsizlikle ilişkilendiriyor olması yani.
Sosyal alanların kısıtlı olması, gençlik derneklerinin bu konuda desteklenmemesi, istihdam alanlarının yukarıda da belirttiğim gibi güven vermemesi bu sonucu da kaçınılmaz kılıyor maalesef.
Gelecek kaygısı var ki uyuşturucu kullanılıyor. Uyuşturucu kullanılıyor ki kimse geleceğini düşünmüyor. Gelecek bugünden dizayn edilmiyorsa yozlaşma vardır. Yozlaşma varsa vahşet kaçınılmazdır. Uyuşturucu yalnızca madde değildir, maruz kaldığımız siyasi algılardır da. Bu illetten kurtulmak istiyorsak, bu konuda samimiysek bunu unutmayalım. Uyuşturucuya hayır, diyelim!
Herkesin ‘Susuzluktan’ Boğazının Kuruduğu Kimsenin Öksürmediği Şehir, Bingöl
Adı Bingöl olan şehrimizin, neresine kazma vursak su fışkıracak şehrimizin yıllardır havaların ısınmasıyla başlayıp sonbaharın ortalarına değin devam eden su sorunu ne hikmetse bir türlü çözüme kavuşmuyor, kavuşulsun istenmiyor mu yoksa? Sorunun baş gösterdiği zaman aralığında niyeyse bir yerlerde borular zarar görmüş oluyor sürekli. Müteahhitçilik yine kazansın! Adı Bingöl olan şehrimizin suları serin serin aksa bile ya çamurlu ya da ilaçlanmış akıyor. Bunu yaz aylarında acil servisin turizme açılmış olmasından da anlayabilirsiniz.
Değişmeyen Özen: Alt/Üstyapı
Kırsal alanların boşaltılmasıyla şehir nüfusunun artması altyapı sorununu beraberinde getiriyor. Altyapı sorunlarını çözüme kavuşturmadan üstyapıyı düzeltmeye kalkışmanın yok ettiği diye bir edebi espri yapmak ortamı biraz daha gerebilir, gersin de. Yıllardır kaldırım taşı söküp ‘yineleyen’, asfalt döküp eskidiğinde sadece yamayan, rögar kapaklarını yol hizasında yapmayan -yapamadıkları için değil özenmedikleri için- sorunlu bir şehircilik anlayışı var. Çarpık kentleşme sonucunda uğraşamamaları, şehircilikte estetik kaygılarını yitirmiş olmaları olası tabi. Bize layık görmediklerinden değil, bizi layık görmediklerinden desem kızar mısınız? Kızmayın, lütfen! Yeri gelmişken bir sitemde bulunmak istiyorum, sizin adınıza. Yalnızca bir üstmakam devlet görevlisinin geleceği günün bir öncesinde tüm Bingöl halkının söylediği bir sözü hatırlatayım: “Allah’tan bu devlet görevlileri arada geliyor. Yoksa kimse şehri özenle temizlemeyecek!”
Yağmurların başlamasıyla adının hakkını sokak sokak veren şehrimiz Bingöl’ümüz, der susarım, bir süreliğine.
Hiçbir Yere Varmayan Ulaşım
Şehir merkezinde saydım, kişi başına düşen araç sayısı 6,14. Biraz abartmış olabilirim. Ancak bu abartıya hak vermeyecek kimse yoktur diye düşünüyorum. Bu sayıyı makul bir yere çeksek bile şehrin otopark sorunu çözülecek gibi değil. Zaten şehirdeki park probleminin sebebi araç sayısı değil, düzensiz imar, bitmek bilmeyen altyapı çalışmaları, trafik kültürünün olmayışı, başıboş inekler vs. vs. Bu sorun şehrin meydanı biterse -yıllarca sürecek gibi- çözülecek gibi duruyor(!). Peki bu canavar dişlerine benzeyen imarı ne yapacağız?
Ulaşım meselesinin bence en can alıcı iki noktasından biri de yayalar… Sağ olsunlar yayalara hak tanınmış, yaya geçidi yapmışlar. Ama ben o yaya geçitlerinden gönül rahatlığıyla geçen bir tek yaya görmedim. Peki sorumlu/sorumlular kim? Araç kullananlar mı? Tavsiyemdir, bu soruyu cevaplarken PTT Kavşağı’nı göz önünde bulundurunuz. Çarpık kentleşmeyi unutmayınız. Bir de çarpık kaldırımlar meselesini… Oldum olası bu şehrin kanayan yarası! Kana kana bitmiyor da maalesef. Buradaki sorunu yine sizlerin takdirinize bırakacağım: Kaldırımlar mı dar yoksa esnafa tanınan imtiyaz mı geniş? Bunu cevaplarken lütfen geniş kaldırımlardaki kahve kürsülerinde oturuyor olmayın. Çünkü o sırada o kaldırımdan geçen insanlar, özellikle kadınlar zihninizi okuyabiliyorlar. Kimseye kopya vermiş olmayın diye söylüyorum. Yoksa düşünce özgürlüğüne inanırım, bilirsiniz.
Meselenin en önemli alt başlığına gelelim, şehir içi ulaşıma. Öğrenci yurtlarının mevkilerini belirleyen akla sorulacak, söylenecek şeyleri isterim ki bu saçmalığa mecbur bırakılmış öğrenciler dile getirsin. Öğrencilerin üniversiteye gitmeleri için iki araç kullanmaları, şehir merkezinin her yere yürüme mesafesinde olduğu gerçeğini düşününce biraz tuhaf duruyor. Şehri bilmeyenler ne demek istediğimi anlamamış olabilirler. Valla biz de anlamadık. Burada bizim dile getirmemiz gereken, ‘ısrarla istememiz’ gereken şey belediyenin artık elini ya taşın altına ya da cebine koyup özel taşımacılıktan belediye taşımacılığına geçmesidir. En azından geleceğimizin umudu öğrenciler için… Bunun çarpık kentleşmeyle, yozlaşmayla ne ilgisi var? demeyin. Hepimiz Bingöllüyüz, hepimiz akrabayız. Bir diğer sorunumuz daha önce yine burada dile getirilmiş olan şehir içi hat durakları… Ya oturak yok, ya durak. Kimi zaman ikisi de var otobüs geçmiyor, kimi zaman ikisi de yok, insan duracağı yeri bilmiyor. Bu konuda da kimse pak değil. İlk durağı en acelesi olan talep etsin!
Ulaşım sorunu elbette bitecek, bitse de çözüme varılacak bir mesele değil Bingöl için. Çünkü merkez dahil sekiz ilçesi olan bir şehrin yalnızca merkez ulaşımını Haydo’nun Kahvesi’nde konuş konuş 22 yıldır çözemedik.
Kendi Ellerimizle Suladığımız Bitkisel Hayatımız
Şehrin dil çeşitliliği zaman geçtikçe düne karışıyor. Yavaş yavaş değil, hızlı biçimde katılaşmaya başlayan damarımızdaki kan gibi. Neyse ki seçim dönemlerinde uyuşukluğu fark edip bir süreliğine de olsa sulandırıyoruz. Ömrünü uzatmıyor, daha fazla acı vermesini sağlıyoruz. Ne mutlu bize ki şehrin siyasi iklimi seçim sonralarında bu acıya daha fazla katlanmamıza göz yumamıyor, Kürtçe etkinliklere tedbirler, yasaklar getiriyor, sağ olsunlar. Bkz: 21 Şubat Dünya Anadil Günü’nde yasaklanan Metin Kemal Kahraman konseri.
Dil öldürüldükçe hafızanın zayıfladığını unutmamalı kimse. Dil-hafıza bağlamını tartışmaya gerek duymuyoruzdur umarım. Yerel yönetimler ne zaman bir etkinlik yapsa çocuklara şehrin duvarlarını boyatır, kültürel hiçbir ögeye yer verilmeyen resimler kazıtır hafızalara. Hep tank hep tüfeng! Epik bir sanat(!) anlayışı! Öfke hep tetikte olsun diye. Bu öfke Bingöl’ün folklor dinamizminin altına döşenmiş dinamitten başka bir şey değildir. Öldürücüdür, aşısı yine siyasi iklim tarafından bulunmuştur, hem de tek doz: Geçmişi anmanın romantizmi. “Werê mi o wext!” Bu öfke depolanmasına karşı öfkemizi yatıştırmanın en iyi yolu bu sanırım. İtiraz etmemek için geçmişi anmak!
Hasılı yasal bir kurşun sıkıldı Bingöl’ün kalbine. Bingöl! Yani küçük Türkiye!
Devamı Gelecek.
YORUMLAR