Emin Turhallı
Dünyaya meydan okuyan Sovyetler, Aral Gölü’ne yaptığı yanlış müdahale sonucu çöküşünü hazırladı.
Bir zamanlar masmavi sularıyla Orta Asya’nın can damarı olan Aral Gölü, binlerce yıl boyunca çevresindeki yaşamı beslemişti. Balıkçılar ağlarını atıp tonlarca balık çeker, göçebe topluluklar suyun bereketiyle hayvanlarını beslerdi. Tilkiler, misk fareleri, martılar ve daha birçok yaban hayvanı bu büyük ekosistemin bir parçasıydı. Ancak insanın hırsı, doğaya hükmetme çabası ve ideolojilerin kibri, bu görkemli su kaynağı Aral Gölü’nü bir çöl haline getirdi.
Sovyetler Birliği, kalkınma hamleleri kapsamında pamuk üretimini artırmak için büyük bir proje başlattı. “Beyaz altın” olarak adlandırılan pamuk, artık yalnızca bir tarımsal ürün değil, bir rejimin sembolüydü. Göle hayat veren Amu Derya (Ceyhun) ve Sir Derya (Seyhun) nehirleri, pamuk tarlalarını sulamak için yönlendirildi. Sovyet mühendisleri, göle ulaşan her damla suyu “suyun kapladığı her karış toprak boşa giden bir kaynak” olarak görüyordu. Oysa bu, gölün ve bölgenin kaderini mühürleyen en büyük hataydı.
1960’lardan itibaren Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan toprakları pamuk tarlalarına dönüştü. Pamuk üretimi öyle bir saplantıya dönüştü ki hasat zamanı geldiğinde ülkede adeta hayat dururdu. Okullar tatil edilir, fabrikalar kapatılır, akıl hastaneleri ve hapishaneler boşaltılır, mahkûmlar tarlalarda köle gibi çalıştırılırdı. Göçebeler ve Karakalpakistan halkı, kendi topraklarından zorla alınarak çalıştırıldı. İtiraz edenler için rejimin cezaları acımasızdı. 1983’te, “Pamuğu yiyemezsiniz.” diyerek bu sistemin akıl dışılığını dile getiren Özbekistan Başbakanı Muhammed Salih Nazirov idam edildi.
Başlangıçta her şey mükemmel görünüyordu. Pamuk üretimi rekor seviyelere ulaştı, Sovyetler dünya tekstil pazarına büyük miktarda hammadde sağladı. Ancak kısa sürede doğanın intikamı başladı. Tarlalara verilen aşırı su, toprağı tuzlandırdı. Çoraklaşan arazilerde verim düştü ve çölleşme hızlandı. Tarlaları temizlemek için daha fazla suya ihtiyaç duyuldu, fakat gölden geriye neredeyse hiçbir şey kalmamıştı.
Bir zamanlar teknelerin yüzdüğü Aral Gölü, artık paslı balıkçı gemilerinin çakılıp kaldığı bir çöl tabanıydı. Göçebeler ve balıkçılar, susuzluktan kırılan bu toprakları terk etmek zorunda kaldı. Karakalpakistan halkı, gölün çekilmesiyle birlikte hayatta kalma mücadelesine girdi. Tuz ve kimyasalların havaya karışmasıyla kanser, verem, kansızlık gibi hastalıklar bölgede hızla yayılmaya başladı. Bir zamanlar gölde yankılanan martı sesleri, artık sadece rüzgârın taşıdığı kum fırtınalarına karışan sessiz çığlıklardı.
Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte Aral Gölü de tarih sahnesinden silinmek üzereydi. 1990’lara gelindiğinde gölün yüzde 90’ı kurumuştu. Fakat Kazakistan hükümeti, 2005 yılında gölü kurtarmak için Amu Derya ve Sir Derya’nın yönünü yeniden suya çevirdi. Kuzey Aral Gölü’nde su seviyesi kademeli olarak artmaya başladı, balıkçılık yeniden canlandı. Ancak güney kısmı için geri dönüş mümkün olmadı.
Bu hikâye, doğaya hükmetmeye çalışan tüm ideolojilere bir ders niteliğindedir. Kapitalist, sosyalist ya da komünist fark etmez; doğayı bir kenara iterseniz insan eliyle inşa edilen hiçbir sistem uzun ömürlü olamaz. İngiliz yazar Fred Pearce’ın da vurguladığı gibi, Aral Gölü yalnızca bir çevre felaketi değil, aynı zamanda insanoğlunun doğaya karşı kibirli meydan okumasının ve bunun kaçınılmaz çöküşünün en büyük kanıtlarından biridir.
Amu Derya ve Sir Derya’nın sonsuz olduğu sanılıyordu. Oysa doğa sonsuz değildir. Bir zamanlar masmavi bir deniz gibi uzanan bu göl, şimdi insanoğlunun açgözlülüğüne gömülmüş bir hayalet. Karakalpakistanlılar ve tüm bölge halkları için ise Aral Gölü’nün çöküşü sadece ekolojik değil, aynı zamanda insani bir felaketin de adıdır.
Gerçek şu ki, nehirler kuruyunca hayat da orayı terk eder.