İnsan iki esaretten hiç kurtulamadı.
Birincisi, tamamen doğanın döngüsüne bağlı yaşarken doğanın esareti altında kalmasıydı.
İkincisi ise, yerleşik hayata geçtiğinde insanın insan esareti altına düşmesiydi.
Her iki yaşam biçimi de insanı, bu cennet doğanın içinde kendi kendine cehennem yaşatmaya mahkûm etti.
Avcı-toplayıcı zamanında, yani ekmeğin elden suyun gölden olduğu dönemde insan doğanın bol nimetlerinden faydalanıyordu. Fakat doğanın sert iklimi karşısında, onunla aynı kaderi paylaşan diğer canlılar gibi savunmasızdı. Bir anne çocuğunu doğurduğunda, yavru ya kartal pençesine, ya kurdun saldırısına, ya yılanın zehrine ya da doğanın acımasız iklimine maruz kalıyor; düşe kalka, sakat ve kör bir hayat sürüyordu.
Yerleşik hayata geçen insan ise kendi başına ağa, paşa yarattı ve onların kölesi durumuna düştü. Teknoloji ve bilimin gelişmesiyle birlikte de ancak kırıntılarla yaşamaya mahkûm oldu. Kimi zaman teknoloji silahıyla vuruldu, kimi zaman onun zehrine, kimi zaman da baskısına maruz kaldı. Bir kolaylık olsun derken trafik kazalarında can verdi, kalabalık içinde sıkıştı, soluduğu hava zehir, yediği gıda yenmez hale geldi. Dünya rahat yaşamak için kurulmuşken, insan dünyayı kendine dar ve yaşanmaz hale getirdi.
Peki, bu cennetim dünyada daha kolay, daha huzurlu bir yaşam yolu yok muydu?
İnsan, 12 bin yıldır bitmeyen kavgalara, savaşlara, para ve emek sistemine kendi eliyle boyun eğmişti. Oysa bunun başka bir yolu mümkündü:
Hem de bin misli daha güzel bir yol!
Cümle canlılarla barışık, özgür bir yaşam mümkündü.
Sarım Havzası’ndaki Riz köyünde tahminen 250 yıldır meyve veren tuyera surî (kızıl dut) buna örnektir. Onun tohumu kim tarafından ekildi, kim dikti bilinmez; ama 20 kuşaktır insanlar onun meyvesinden faydalanıyor. Emeksiz, zahmetsiz, parasız… Kendi döngüsünü yaratmış, kusursuz şekilde 250 yıldır aynı yerde yaşamaya devam ediyor.
Baharda ilk müjdeyi veren beivera xelxel, keza insan eli değmeden yaşamını sürdürüyor.
Riz’deki daraverber ceviz ağacı, hiç bakım görmeden bir ton ceviz verebiliyor. İnsan eliyle dikilen ve bakılan hiçbir ceviz ağacı onun kadar verimli olamadı.
Zeytin ağaçları binlerce yıl yaşayabiliyor, meyvesini ve gölgesini insana sunuyor.
Xelefte bir meşe kovuğunda 80 kilo bal veren arı kolonisi varken, insan eliyle yapılan kovanlarda böyle bir zenginlik sağlanamadı.
Doğal sularda yetişen balık, hiçbir yapay çiftlikte üretilen balığa benzemez.
Dağlarımızı süsleyen ışkın, kekik, kenger hem ruhumuzu hem bedenimizi besler.
Doğa kendi döngüsünde sınırsız bir üretim yaparken, biz görmezden geliyoruz. Sarım Havzası’nda avcılar olmasa, birkaç keklik kısa sürede binlere ulaşabilir. Leylekler baharda gelir, sonbaharda göç eder; onlardan öğrenilseydi, insan doğanın esaretini yaşamadan mevsimleri atlatabilirdi.
Ama biz ne yaptık?
Teknoloji uğruna nehirlere bent vurduk, kaynaklara hortum taktık, toprağa sondaj açıp suları kuruttuk.
Makine öncesi toplumlar kendi yerel gıdalarıyla özgürce beslenirken, bugün aynı isimli gıdayı kıtalar arası taşıyoruz. Üstelik bunlar kimyevi ilaç ve gübrelerle yetiştirilmiş, sağlığımıza zararlı gıdalar.
Böylece, rahat edeceğiz derken hem doğanın hem de teknolojinin esiri olduk. Aynı zamanda insanın insana esaretini de sürdürdük. Paşalara, ağalara, şeyhlere kul olduk.
Oysa biz bir tuyera surî yerine binlercesini yaratabilirdik.
Yabanda doğal ortamı çoğaltabilirdik.
Doğanın döngüsüne küçük teknik destekler vererek onu zenginleştirmek mümkündü.
Bir sincap kendi yaşamını sürdürürken aynı zamanda ormancı olabiliyor.
Bir arı bal toplarken çiçekleri döllüyor.
Daha çok arı → daha çok çiçek → daha çok oksijen → daha çok sağlık → daha çok yaşam demektir.
Doğa güneşin enerjisiyle, suyla, toprakla kusursuzca çalışıyor. Eksiltmeden, çoğaltarak…
Ama insan, özgürlük ve ideoloji adına verdiği mücadelede sınıfta kaldı.
Doğayı zenginleştirseydi, hem yaşamda hem özgürlükte başarılı olacaktı.
Unutmayalım:
Hiçbir kazanç, sağlık ve özgür yaşamdan daha değerli olamaz.
Rahmetli Sakıp Sabancı hayatını anlatırken şöyle der:
“Ben Toyota’nın, fabrikaların sahibiyim ama Metin’ime bir ayakkabı giydiremedikten sonra ne yazar?”
Kısacası hedefimiz, doğayı ve tüm canlıları korumak, yaşatmak ve doğanın döngüsüyle devrim yaratmaktır.