Anadili denildiğinde çoğu kişinin aklına gelen tanım benzerdir. İşin içinde bir ‘ana’ var, dolasıyla anneden gelir. Annenin konuştuğu dil de zaten önce ailenin sonra akrabaların ve yakın çevrenin, son halkadaysa toplumun konuştuğu dildir. Peki anne, toplumdan farklı bir dil konuşuyorsa? Üstüne bir de baba hem anneden hem toplumdan farklı bir dil konuşuyorsa?
Türkiye toplumlarında çok da garip bir durum değil aslında, ancak çocuksanız ve ebeveynlerinizin sizinle iletişim kurduğu dil, kendi ailesiyle kurduğu dilden farklıysa dünyanın en garip şeyi gibi gelebilir. Ya da benim için öyleydi. Zazacayla ilk tanışmam değildi ama ilk hatıram beş yaşlarındayken İstanbul’dan Bingöl’e gittiğimiz zamana uzanıyor. Anneannem vefat etmiş, köye gitmişiz. Köye ilk gidişim, bir sürü beyaz yazmalı kadın karşılıyor beni köy evinde. Hepsi beni ilk defa görmesine rağmen öpüp bağrına basıyor. Bana olan bu sevgilerini anlayamıyorum. Tabi konuştukları dili de…
‘KENE ŞAR’
Köyde uzun zaman geçirince aşina oluyorum dillerine, hatta biraz biraz konuşmaya bile başlıyorum: ‘Tu senina? Hola, tu senin?” Bana ‘kene şar’ diyorlar ve sürekli sevip öpüyorlar. Beni çok sevdikleri için ‘kene şar’ olduğumu düşünüyorum. Yaşlılar beni öptükçe daha çok ‘kene şar’ olmak istiyorum ve daha çok kelime öğreniyorum, ‘çıto’, ‘bızagej’, ‘karmijin’. Hiçbirinin anlamını bilmiyorum ama nerede kullanmam gerektiğini biliyorum. Anadili de böyle öğrenilir zaten. Ama bir engele takılıyorum, ‘dil’den önce gelen ana, annem, ben konuştukça kızıyor. ‘Türkçen bozuluyor, bunları söyleme, yasak’ diyor. Çocuğum, kabulleniyorum. Annemin bana anadilimi yasakladığını anlamam çok sonra anlıyorum.
‘MEĞER BİZ POMAKMIŞIZ’
İstanbul’a, sadece Türkçe konuştuğumuz evimize döndüğümüzde beni yeni bir sürpriz bekliyor. Halam ve babaannem bildiğim tek dilin – Türkçe’nin- ve öğrenmeye başlar başlamaz yasaklanan dilin –Zazaca’nın- dışında bir dil konuşuyorlar. Pomakça diyorlar buna, meğer biz Pomak’mışız. Pomaklığın ne olduğunu bilmiyorum, babaanneme ve halama ne konuştuklarını sorduğumda ‘çocuklara yasak bu dil’ dedikleri için Pomakça’yı hiç sevmiyorum. Bana yasaklı olmayan tek dili konuşmaya devam ediyorum. Türkçe konuşuyorum, çok konuşuyorum.
‘DİLLERİN MAKBUL OLANI VARMIŞ, BİZİMKİLER MAKBUL OLMAYAN TARAFTAYMIŞ’
Büyüdükçe pekişiyor bu yasaklar. Kamusal alanda Kürtçe konuşan akrabalarıma insanlar kötü kötü bakıyor. Türkçe konuşsalar da kötü kötü bakıyorlar gerçi çünkü onların Türkçe’si diğerlerininkinden farklı. Türkçe’yi ‘kötü’ konuştuklarını öğreniyorum. ‘Düzgün’ konuşamadıklarını. Bir aksana sahip olmanın aşağılanma biçimi olduğunu anlıyorum ama her durumda değil. Babaannem de Bulgaristan göçmenlerinin aksanıyla konuşuyor Türkçe’yi ama onda bir sorun yok. Çünkü ‘kaba’ değil, ‘kıroca’ hiç değil. Aksanın da ‘makbul’ olanı varmış ve bizimkiler makbul olmayan taraftaymış. Bu tarafın hiçbir zaman ve hiçbir koşulda değişmeyeceğini yine çok sonraları anlıyorum.
‘DİLDE EKSİK OLAN RUHTA DA EKSİK KALIYOR’
Yazıyı teorik bir tartışma açmadan yine kendi deneyimimle bitireceğim. 27 Yaşındayım. Bugün, Anadili Günü’nde bu yazıyı Türkçe yazdım çünkü iki anadilli, kültürel anlamda zengin bir ailede büyüyememe rağmen bu diller bana hep yasaklandı. Konuşmaya başladığımdan beri öğrendiğim tek dilde okudum, tek dilde konuştum, tek dilde yazdım. Bunların hepsini de iyi yaptığımı düşündüğüm bir dilde yapamadığım tek şey oldu; kendimi, varlığımı anlamlandırmak. İnsanın varlığını anlamlandırması dile içkin olduğundan dilde eksik olan, ruhta da eksik kalıyor. İnsanın anadilinin elinden alınması onu ruhsuz ve yurtsuz bırakıyor. Anadilimize, ruhumuza ve yurdumuza sarıldığımız yarınlar dileğiyle…