Yüzleşilmemiş bir tarih, yüzleşilmemiş acıların bir de yüzleşilmemiş bir dil hikayesi olur. 20. Yüzyıl bu hikayelerle maruf bir yüzyıldır. 1915 Ermeni Soykırımı, Koçgirî, Qoçan, Zîlan ve Dersim katliamları bu yüzyılın alamet-i farikasıdır.
Yüzleşilmeyen bu zamanların hikâyeleri de benzerdir. Dersim tertelesinde annenin kucağından zorla alınıp götürülen kız çocukları, gözlerini yumana kadar yanlarında bulunanların hiçbirinin anlamayacağı bir dille “çena mi, çena mi! (kızım, kızım!)” sayıklar durur. Bu sayıklamaların arkasında hep trajik bir öykü, hatırlanmak istenmeyen ve anlatılmayan bir öykü yatar. En çok da bu öyküyü kadınlar unutmak ister çünkü yeniden tekrarlanma ihtimali vardır. Yüzleşilmesi belki de onlar için bir daha tekrarlanmaması değil tekrarlanma ihtimalini akla getirmiş olmasıdır. Onun için anlatmaktan korkar, ertelerler. Yüzleşme korkusu hayat boyu ertelense de göçüp giderken, son anda durum tersine döner ve hikayesi artık kendini anlatmak ister.
Zaman hem çözer, hem de örer. Anlaşılamayan dil ile sözler çoğalır. Unutturulamayan bir hikaye anlatılmaya başlanır. Hikaye anlaşılınca dil de anlaşılmış olur. Ve aslında başkalarının da anladığı bir dil olduğu anlaşılır. Bu dil bazen Ermenice bazen Hemşince ve bazen de Kürtçedir.
En son uzanan ele yetişemeyen diğer elin “meşo, meşo! (gitme, gitme!)” sözleri akla gelir. Bu sözlere anlam veremeyen aile yakınları için anlatılanlar anlaşılamayan bir dildir. Başkaları için anlaşılamayan bu dil, yani kendisinden (konuşanın) başkasının anlamadığı bir dildir belki de.
Bu hikâyenin bazı anlatıcıları da hikâyeyi katiyen unutmak istemeyenlerdir. Dersim tertelesinin kayıp kızlarından A.B kardeşler dilini unutmamak için her gün gizli gizli kendi kendine konuştuğunu ve dilini bu şekilde unutmadıklarını söyler. Yine Dersimli kayıp kız Huriye Teyze “Taş olsaydım erirdim, toprak oldum dayandım” diyerek unutmadan dayanabilenlerden.
Her biri tarih anlatıcısı olan bu kadınların hikâyeleri dinlenirken hikâyenin sadece onlarla sınırlı olmadığı, terk edilen dilin terk edilen coğrafyaya, terk edilen bir tarihe ait olduğu anlaşılır. Hikâye birey ya da anlatıcılarla sınırlı değil. Terk edilen bir coğrafyanın, bir tarihin ve dilin hikâyesidir. Zorba tarihin mağdur tanıklarının ağzından dökülen sözler, resmi tarihi yangın yerine, küle çevirir.
Ve o yangın yerinde ölü bedenlere can verir.
Bu köklü trajedilerin sahipleri on yıllarca yıl gitmediği coğrafyaya ait ağaçların, ovaların, patikaların, taşların, her kovuğun yerini ismini hatırlamakta ve anıları özlem ile anmaktadır.
Eskiyen tarih yaşlanan bedenler sonrasında gerçekleşen buluşmalarda ağaçların, taşların yerleri, toprağın rengi değişmemiş, sadece sesler ve oyunlar eksilmiştir onlar için. Kalanlar gidenlerin ardında bıraktıklarını, bıraktıkları yerde korumanın ve orada kalmanın onlar için yeniden bir buluşma yeri olacağını bildiğinden gitmemiş, gidenler ise kalanlara kendinden bir tutam saç veya bir mendil bırakmıştır. Saç tutamları ve mendiller göğüste veya sandıklarda saklanırken sandıklar umudun taşıyıcılığını yapmıştır yıllarca.
Bu buluşmanın yeri bazen, rengarenk Genç (DaraHenî) ilçesindeki Çotla Dağı Vadisi’ndeki Riz köyü bazen de Dersim’in Pulur (Ovacık) ilçesindeki Haçkîrek köyü bazen Xozat’ın (Hozat) Axzûnîk köyü bazen de Palu’da Zîver olur. İlk buluşmalarda “Ti senîn a/î, rind a/î waya mi, birayê mi? (Nasılsın, iyi misin kardeşim?) sözleri ile karşılanır herkes.
Doğa dolaşılırken her bir taşın ismi, ağacın ismi, patikaların ismi, dağların isimleri Zazakî/Kirmanckî söyleniverir. “Gola Çetû, Çimeyê Halborî, Dewa Axdatî, Koyê Tujîkî” ardından “Norşin, mezra Gor, Çira îsag, Gumê Çeto’ isimler söylenmeye başlanır. Ne yerler değişmiştir ne de isimler. Kalanlar gelenlerin ardından ait oldukları yerin onları unutmadığını söyler durur, hüzünlü buluşmalar bir anmaya ve hasret gidermeye dönüşür.
Buluşmanın dili anneleri ile konuştukları dilden başkaca bir dil olduklarına inanmadıkları zamanlara ait olan dildir. Sonradan öğrenilen dil unutturamamış çünkü anılar silik de olsa hep taze kalmıştır. Anılar ve sesler ile buluşulurken, ait olunan yerde yıllar önce hiç duyulmamış bir dil çocuklar tarafından konuşulur bu kez. Ağaçlara, dağlara, ovalara, taşlara, patikalara verilen isimlere yabancıdır bu dil. Bu dil kendilerini nehre atan genç kızların, nehir kenarında, dağlarda sığınan annelerin çocuklarının sesini bastırdıkları anda ilk kez duydukları, süngülü postalların konuştukları bir dildir.
Bu kez oyunların oynandığı yerde çocukların konuştukları yerin dilini bu dil almıştır. Çocuklar, süngüyle karın deşenlerin dilini konuşuyor olsalar da oyunların masumiyeti hala aynı yerdedir. Ben de çocukluğunu, oyunlarını ana diliyle (Kirmancki/Zazaki) köyde oynayabilen okulda ve sokakta Türkçe ile tanışmış bir kuşağa aitim. İkinci dili (Türkçe) tam olarak anlama sürecim bana birinci dilimin olmadığı, konuşmamın sıra dayağına mal olacağı anlara ait. Okulda, sabahları avluda askeri bir nizam ile dizilmiş minik siyah formalı öğrencilerin arasında ilk okunan andın “coşkusu” ilgimi çekse de sonrasında “Varlığım, Türk varlığına armağan olsun” sözleri artık tekrarını okumaktan beni alıkoymuştu. İkinci dili öğrenmem ve anlamamla birlikte artık andımızı okumayı bırakmıştım. Tarihin tanıklığını, köyde derelerin kızıla boyandığını görenlerden büyüğümüz “Metê’nin” anlattıklarını dehşete düşerek dinlemiştik. Okullarda okuduklarımız ve okutulanlar artık inanmadığımız bir hikâyenin ezberleriyle doluydu. Metê’nin şahitliği, yazılanları çürütüyordu.
99 yıl öncenin hikâyeleri kitapların anlattığının aksine ezberleri bozuyordu. Gözleri görmeyen fakat aman dilemeyen nenem Daruk, köye gelen askerî romîlere “Ma kird î, şima ma rê çi wazenî?” (Biz Kürdüz bizden ne istiyorsunuz?) dediği için bu postallılar tarafından ama ve yaşlı olduğuna bakılmaksızın vahşice katledilmişti.
Trajik dil hikâyelerinin ardında yatan trajik bir göç hikâyesi, gidenlerin aslında gidemediği kalanların da aslında onları bırakamadığı bir geçmişle yaşar. Dersim’in kayıp kızlarından Huriye teyze gibilerinin bir tarafı götürüldüğü coğrafyanın kaderine terk edilir sessiz bir geçmişi ardında bırakarak, bir tarafı da ardında bıraktığı geçmişe kavuşarak bulur yeniden yaşamın anlamını. Artık anlatılamayan her şey anlatılır. Çünkü anlattıkça, hatırlandıkça, yüzleştikçe ve kavuştukça iyileşir yaralar. Yitirilmiş ve koparılmış hayatların hikâyelerini dinleyen çocuklar nenelerin gözyaşlarında, iç çekişlerinde ve sayıklamalarından bu tarihi utancı telafi etmenin çarelerine yönlendirir. Ve böylelikle onları koparıldığı ve ait oldukları yerlere götürerek son dileği yerine getirmenin onları huzura kavuşturacağına inanır.
Kimi koynunda kavuşulsun diye bir tutam saçı saklar, kimisi sandıklarda onları bekleyen mendili kimisi de kavuşamasa da ait oldukları coğrafyadan alınan bir avuç toprağın mezarının üzerine bırakılmasını bekler.
Bir asırlık tarihin bir dolu hikâyesi yüzleşmenin iyileştirici etkisini her bir anlatı ile bize yeniden yeniden hatırlatır. “Roja Şaye”(Kara Gün) gibi günleri unutmamak ve unutturmamak için yüzleşilmeyen dilimizin iyileştirici gücünden faydalanmak önemli olan. Başkaları için anlaşılamayan dil, bilinmeyen bir dil olarak görülmesinin hiçbir önemi yok. Başkalarının sizin kim olduğunuzu veya olmadığınızı söylemesinin bir anlamı yok. Çünkü baş eğmeyen, aman dilemeyerek gözyaşlarını içine akıtan kadınlarımızın “Ma kird î, ma kirmanc î” (Biz Kürdüz) sözleri bizi tanıtır.
Roşanê ziwanê dayika Tellî, Zarîfe, Besê, Daruke pîroz bo!
*Dersim katliamının yaşandığı köy ve yer isimleri.
**Bu yer isimleri Çewlîg (Bingöl) Darahênî (Genç) ilçesi Riz köyünde yaşan Ermeniler tarafından konmuş ve burada yaşayan Zaza Kürtler de kullanmaya devam etmiştir.
Bu yazı ilk olarak Yeni Yaşam Gazetesi’nin Kadın Eki’nde yayınlanmıştır.