Dünyanın dört bir yanında kuraklık artıyor, su krizi büyüyor, iklim değişikliği hız kazanıyor. Savaşlar durmuyor, yoksulluk derinleşiyor. Sera gazı salımları, azalan biyoçeşitlilik ve çölleşme artık sadece bilimsel raporların değil, her insanın gündelik yaşamının bir parçası haline geldi. Ne var ki, bu küresel kriz çağında çevrecilerin sesi hâlâ cılız, örgütlenmeleri zayıf ve toplumda yerleri sarsıntılı. Peki neden?
Çünkü çevrecinin pusulası yok.
Bugün çevre örgütleri, dernekler, partiler, bireysel çevreciler ne yazık ki topluma yön gösterecek güçlü bir anlatı sunamıyorlar. Kapitalizm, sosyalizm, demokrasi… Bugüne kadar denenmiş her siyasi ve ekonomik sistem, doğanın dengesini korumakta başarısız oldu. Her biri insanı merkeze koydu, doğayı ise bir kaynak, bir araç, bir mülk gibi gördü. Bu yüzden hiçbir çözüm gerçek anlamda doğaya dost olamadı. Demokrasi adı altında iktidara gelenler demokrasiyi yalnızca bir araç gibi kullanıyor. Sosyalizm emeği kutsarken, kapitalizm parayı. Ama ne biri ne diğeri, doğanın ne söylediğine kulak veriyor. Oysa doğa konuşuyor. Sessiz ama kararlı bir biçimde bize neyi yanlış yaptığımızı anlatıyor.
Bugünün çevrecileri ormanın, ağacın, suyun, toprağın değerinin farkında. Fakat bu farkındalık harekete dönüşmüyor. Çünkü doğayı savunmak, sadece “karşı çıkmakla” sınırlı kalıyor; yeni bir yaşam modeline, güçlü bir düşünsel temele dayanmıyor. Çevreciler henüz bir anlatı oluşturmuş değil. Bu yüzden de toplumda köklü bir karşılık bulamıyorlar.
İsterseniz size bir hikâye anlatayım:
Bir baba, oğlunu büyük şehirlere okumaya gönderir. Oğlu tüm bilimlerde doktorasını yapar; fizik, matematik, kimya… Eve döndüğünde baba der ki: “Bak oğlum, senin gibi okumuş, bilgili biri bu memlekette yok. Ama şimdi sana bir genel kültür sorusu soracağım. Cevaplarsan, gerçekten bir bilim adamı olduğunu kabul edeceğim. “Baba avcunun içine bir şey koyar, “Bakalım ne var burada?” der. Oğlu düşünür, hesaplar, tüm bilimsel yöntemleri uygular ve şöyle der:
“Avucunda içi delikli yuvarlak bir cisim var. Muhtemelen feritî arî (değirmen taşı).”
Baba gülümser: “Demek ki hâlâ bilmiyorsun.”
Çevrecilerin de bugün yaşadığı durum bu. Doğanın döngüsünü biliyorlar, analiz ediyorlar, raporluyorlar ama doğanın dilini henüz duymuyorlar. Oysa Sarım Havzası’nın keklikleri, Xelef balın özgür atları, suyun akışı, güneşin doğuşu hepsi bir şey söylüyor:
“İnsan, doğanın efendisi değil, onun bir parçası olduğunu unuttuğu için kaybediyor.”
Bugün dünyada suyun %70’i tarıma, %15’i sanayiye gidiyor. Geriye doğa için neredeyse hiçbir şey kalmıyor. Kuraklık her yıl daha da şiddetleniyor. Ama insan, bu düzeni sorgulamak yerine onu sürdürüyor. İş, üretim, büyüme… Hep insan merkezli bir çark dönüyor.
Oysa insanın işe değil, aşa ihtiyacı var. Yönetime değil, özgürlüğe. Eğer insan, kendini dünyanın hakimi olarak değil, doğanın bir parçası olarak kabul ederse, o zaman mesele kalmaz.
Bunu yapmanın yolları da var. Dikey tarım gibi yöntemlerle, daha az alanda daha çok üretim yapılabilir. Yerel tohumlar, kendi kendine yeten topluluklar, doğayla uyumlu yaşam biçimleri mümkün. Denizlerin, çöl alanı, Tüm bunlar tüketilmek yerine sürdürülebilir şekilde kullanılırsa, doğa kendini onarır.
Ama bugünkü sistemler içinde bu mümkün değil. Çünkü:
Kapitalizm üretir, doğayı tüketir.
Sosyalizm emeği üretir, yine doğayı tüketir.
İnsanlık doğaya endeksli olmayan sistemler içinde yolunu kaybetti. Bu nedenle çevrecilerin söylemi de pusulasız kaldı. Anlatıları olmadıkça, örgütlenmeleri de sığ ve etkisiz kalmaya mahkûm.
Artık bir başkasının anlatısını beklemeyin.
Ey çevreci, anlatı sensin!
Kendine dön. Kıyametin parçası olma.
Doğaya bak, doğayı dinle. Anlatın doğa olsun, yolunuz onun pusulası.