Fotoğraf: Kazım Kızıl
Derya ASLAN
Doğanın ve kadının sömürülmesine dikkat çeken eko-feminizm, feminizm ve ekoloji arasında ilişkiler kuran bir teori ve pratiktir. Eko-feminizm erkek egemen kuramların eril üstünlüğü ile doğanın sömürülmesi arasındaki bağlantıyı inceler. Çeşitli bakış açılarını içermekle birlikte, tüm canlıların birbiriyle ilişkili olduğunu savunur ve yeryüzünün sömürülmesiyle cinsiyetçi sömürü arasında güçlü bağlar bulunduğunu dikkat çeker.
Ekoloji ve feminizm terimlerinin birlikte kullanımı çevre, barış ve kadın sağlığı alanlarında toplumsal harekelerin yükseldiği 1970’li yıllara denk gelir. Feminizm kavramına baktığımız da ise, ilk olarak 18’inci yüzyıl İngilteresinde ortaya çıktı ve ilk olarak Mary Wollstonecraft’ın 1792’de yayınlanan ‘A Vindication of the Rights Women’ adlı kitabıyla ismini duyurdu. Feminizm toplumda kadınların özgürlüğü, eşitliği, kamusal ve özel alanlarda erkekler ile eşit haklara sahip olması için mücadele veren toplumsal bir harekettir (Özdemir ve Aydeniz, 2019).
Ekofeminizme giden yol
Feminizm hareketi başlangıcından bugüne, tek bir yönde ilerlemediği gibi çeşitli ülkelerde farklı şekillerde ortaya çıkmıştır. Dönemsel, toplumsal ve politik olaylardan etkilenerek dalga olarak nitelendirilen aşamalarla kendini göstermiştir (Berktay, 1996). Birinci dalga feminizm; Fransız Devrimi sonrasında batı dünyasını tesiri altına almış olan, özgürlük, eşitlik, insan hakları gibi olumlu değerlerin getirmiş olduğu etkilerden çıkış yapmış ve 1960’lara kadar bu çıkışını sürdürmüştür.
1960’larda ortaya çıkan ve 1980’li yıllara kadar süren ikinci dalga feminizm ise, üzerinde durduğu ve önceliği olan anayasal düzeyde haklar ile toplumsal cinsiyet eşitsizliği gibi konular üzerine mücadelesini sürdürmüştür (Bertkay,1996). 1980’lerde ise postmodernizmin etkisiyle farklı bir boyut kazanan üçüncü dalga feminizm, başlangıçta yasalar ve politik süreçler daha az olmakla birlikte, toplumsal cinsiyet, özelde kadın kimliği üzerine daha çok odaklanmıştır.
Ekofeminizmin doğuşu
Eko-feminizm ise feminizmin ikinci ve üçüncü dalga hareketiyle bağlantılı olarak 1970’li yıllarda doğa ve kadın arasındaki arkaik temelli kurulmuş olan bağların gündeme alınmasıyla ortaya çıkan bir kavramdır. Bu kavram ilk defa feminist aktivist Françoise d’Eauboonne tarafından 1974 yılında basılan La Feminizme ou la Mort (Feminizm ya da Ölüm) adlı kitabında kullanılmıştır (Özdemir ve Aydeniz, 2019). Bu eserde, kadına yönelik baskı ve sömürü ile doğaya yönelik baskı ve sömürü arasındaki bağlantıya değinilmiş, doğa ve kadının özgürlüklerinin birlikte mümkün olabileceğini ileri sürmüştür (Özdemir ve Aydeniz, 2019).
Birlik Bildirgesi
1979’da Three Mile Adası’nda gerçekleşen nükleer erime, kadın-doğa ilişkisinin feminizm içinde sorgulanmasını pekiştiren çevresel olaylardan biridir. Bu felaketin ardından Pensilvanya’da kadınlar ekofeminist hareketin ilk adımlarını oluşturan “Birlik Bildirgesi’ni yayınlayarak, yeryüzünün sömürülmesi ile kadınların karşı karşıya kaldığı fiziksel, ekonomik ve psikolojik şiddet arasındaki bağlantıları vurguladılar.
Seksenler
Eko-feminizm 1980’lerin başında, akademi alanında kuramsal çerçevede ele alınan bir boyuta taşınmış, ABD’de gerçekleştirilen Kadın ve Dünyadaki Yaşam: Seksenlerde Eko-feminizm adlı kongreyle birlikte tüm dikkatleri üzerine toplamış. 1981 yılında kadınların ve hayvanların sömürülmesi arasındaki bağlantıları vurgulayan “Hayvan Hakları İçin Feministler” ağı oluşturulur.
Sonrasında birçok eko-feminist çalışmada cinsiyetçilik-türcülük ilişkisi sorgulanır. Alanındaki ilk derleme kitapta (1983) ise eko-feminizm; anti-nükleer hareket, militarizm, sağlık, şifalanma, toprak hakkı, hayvan hakları, ırkçılık ve gıda sorunu ile bağlar kurarak ele alınır.
Kartezyen düşünme biçimine karşı
Eko-feminizm, savlarını, doğa kavramını insanın dışında tanımlayan Batılı Kartezyen düşünme biçimine dayandırır. Bu yaklaşım ataerkil toplumla ilişkilendirilen insan, akıl ve kültüre değer verirken: kadınla ilişkilendirilen duygu, doğa ve hayvanları aşağı görür.
Doğanın sömürüsü kadınların doğa ile ilişkisinden gelen bilgi, emek ve üretkenliklerinin ellerinden alınmasıyla birlikte işler. Böylece çevresel sorunların kadınlar üzerindeki etkisi daha yıkıcı hale gelir. Kadınlar hem bu yıkıcı etki nedeniyle hem de doğayı deneyimlerken fark ettikleri karşılıklılığa dayalı ilişkiler sayesinde çevre hareketlerine güçlü katılım gösterirler.
Geniş ölçekli bir perspektif
Ekoloji ve feminizmin birlikteliği hem doğanın hem de kadının, modern eril egemen toplumlarda militarizme, savaşa, kapital-sanayi sistemlerinin genetik doğum mühendisliği gibi yıkıcı, parçalayıcı teknolojilerine maruz kaldığını fark eder ve geniş ölçekli bir şekilde bireysel, toplumsal ve ekolojik bir düşünceyle sorunları analiz edebilecek ve üzerine gidebilecek, bir perspektif sunar (Berktay, 1996). Eko-feminist hareketin tüm bu açıklamaların dışında temel üç yöneliminden de bahsedebiliriz.
Birinci yönelim
İlk olarak, özgürlük ve egemenlik ilişkilerini fikirsel anlamda incelemiştir. Marksist bir çerçevede bunu ele alan feministler, otoritenin sadece kapitalist birikimi ile üretim sahasında elde edilen varsayımlarına karşı çıkmaktadırlar (Uzel, 2006). Kadını ve doğayı inkar eden teori ve yaklaşımları reddetmektedirler. Bu anlamda, doğa ve kadının güvenliği ve pozisyonu kadının ekonomik temelli haklarının determinizmden bağımsız bir yerde olmasını savunur.
İkinci yönelim
İkinci yönelim ise, feminist hareketlerin kronolojik veriler ve çalışmalarla kadınların hâkimiyet ve özgürlük alanlarının erkek egemen topluma tabi olup olmadığını ve gelecekte kadınların durumlarıyla ilgilenmektedir. Burada ise eko-feministlerin kadının konumunu ve durumunu incelerken konuyu tarihsel bağlamda ele aldığına işaret edilmektedir (Uzel, 2006). Bu açıdan baktığımızda doğa ve kadının görüş hali daha açık anlaşılmakta ve nedensellik ilişkileri bağlamında günümüz aydınlatılmaktadır.
Üçüncü yönelim
Üçüncü yönelim ise ekolojist harekete yönelimdir. Eko-feminizm, ekosistem dengesi doğanın, hayvanların ve kadınların erkek şiddetine maruz kalmasının temelinde ataerkil sistemi görmektedir. Doğa ve kadın rasyonel olmayan, etkisiz taraftayken eril zihniyet rasyonel ve belirleyen bir özne olarak konumlanmıştır (Uzel, 2006). Bu nedenle kadın ve doğa eril sistemin ve düzeninin dalları olmuşlardır.
Eko-feminist aktivistlere göre, bu düzen eril gücü pekiştirerek doğayı ve kadının sömürülmesinin devamını getiren yapıyı alt ve üst ilişki biçimiyle sağlamaktadır. Toplumsal alanda ataerkilliğin geçerliliğine karşı yeşil ve eşit haklar temelinde bir düzenin oluşması üzerine var olan sorunlara karşın yapıcı olmayı amaçlamaktadır (Uzel, 2006).
Eko-feminizmde farklı yaklaşımlar
Feminizm-ekoloji ilişkisinin nasıl kurulduğu bağlamında çeşitli eko-feminist yaklaşımlar vardır. Kültürel eko-feminizm, liberal eko-feminizm, sosyalist eko-feminizm, ve vegan eko-feminizm bunlardan bazılarıdır. Çeşitli eko-feminist yaklaşımlar arasındaki ayrımlardan biri doğa- kadın ilişkisinin “doğaya yakınlık” veya “toplumsallık” esasında açıklanmasıdır. Özellikle ilk eko-feminist çalışmalarda “Yeni Çağ ruhaniliği “ ile bağlar kuran kültürel eko-feminizm ön plana çıkmıştır.
Kültürel ekofeminizm
Kültürel eko-feminizm; 1960’larda ve 1970’lerde ortaya çıkan ikinci dalga feminist hareketlerle paralellik göstermektedir. Kültürel eko-feminizm doğa ve kadınlar arasındaki ilişkiyi tarih, coğrafyaları aşan, tinsel ve biyolojik bir yakınlık ilişkisi olarak görmekte.
Buna göre doğayı tahakküm altına alma ve militarist egolarını tatmin etmeye bağlanan ataerkil sistemin aksine kadınlar, ana tanrıça kültünden esinlenerek kadınları fiziksel ve toplumsal açıdan doğayla bütünleşen, kendi rahimlerine, biyolojik ritimlerine, köklerine dönebildiklerinden doğaya verilen zararın etkilerini daha yakından hissederler ve yeryüzü temelli barışçıl bir bilinç geliştirmede öncülük edebilirler. (Yılmaz, 2018).
Sosyalist ekofeminizm
Sosyalist eko-feminizm; ise kapitalist üretime dayalı ilişkilerini eşitlikçi bir düzen içerisinde dönüştürme çabasında olan, sosyalizmi benimseyen bir felsefeden beslenmekte, kadın ve erkek eşitliğinin yanı sıra ekolojik ve adil bir toplumun gerekliliğini savunmaktadır. Kadınların biyolojileri ve özü itibariyle doğayla özdeşleştirilmesini reddederek, doğa ve kadın arasındaki ilişkiyi toplumsal ve tarihsel biçimde kurulan bir ilişki olarak anlar. Bu yaklaşımda ‘kapitalist ataerkil küresel dünya sistemi’nin ortaya çıkışı ve kendini sürdürebilmesi, kadınların, ‘yabancı’ halkların, doğal kaynaklar ve toprakların sömürgeleştirilmesine dayandırılır. Bu sömürü mantığı ortadan kaldırıldığı takdirde, hiyerarşiden ve cinsiyetçilikten arınmış bir toplum hayali gerçekleşir. (Yılmaz, 2018).
Sosyal ekofeminizm
Sosyal eko-feminizm; sosyal eko-feminizm, sosyal hayata sirayet ederek, ekonomik alanda alt-üst ilişkilerini boşa çıkartan bir bakış açısıyla kadının kurtuluşunu hedeflemektedir. Hiyerarşik yapı kadını ve doğayı tahakküm içerisine alan bir yapı anlamına gelmektedir (Demir, 2013).
Başka bir deyişle, eko-feminizmin bu fikri, feminist teorilerde olduğu gibi, toplumun eşit olmayan tabakalaşmasının şiddeti ve sömürüyü tekrardan ürettiğini düşünmektedir (Yılmaz,2018). Tahakkümü devem eden ve bundan menfaat sağlayan üst grupların varlıklarını koruma adına, eşit ve adil olamayan bir sistemin devamını desteklemeleri, kadına ve doğaya faydacı bir şekilde yaklaşan hedeflerinin devamını sağlar (Demir, 2013).
Dolayısıyla sosyal eko-feminist bakış açısı, var olan kaynakların ve bu kaynakları elinde bulunduranlar doğayı ve kadını da ihtiyaçları doğrultusunda kaynak temelinde ele almaktadır. Ataerkil sistem ve sınıflar tahakkümü altında kim varsa meta olarak görür. Doğa ile birey arasındaki ilişki sosyal -zamansal faktörlerle açığa çıkmıştır (Yılmaz,2018). Ekonomi ile toplumsal tahakküm ve hiyerarşilerin belirlemiş olduğu, tamamen ekonomizme dayalı piyasa mantığının hâkim olduğu toplumsal yapı ve bakış açıları temelinde sorunsal bir bakışla karşımıza çıkmaktadır (Gezgin,2017).
Direnen kadınlar
Tüm bunlarla birlikte, kadınların çeşitli deneyimlerle kolektif birlikteliği nasıl bir güç oluşturduğu, dünyadaki çevre hareketlerine dek birçok politik eylemde gözlenebilir. Akkuyu’da nükleer santrale, Himalayalar’daki Chipko hareketinden, Gezi Parkı’nın yıkımına, Karadeniz’de “Yeşil Yol Projesi”ne, Hasankeyf’te baraj yapımına, Aliağa ve Yatağan’da termik santrale, İztuzu’nda otel inşaatına, Bergama’da ve Kaz Dağları’nda maden projelerine, Fırtına Vadisi’nde HES’lere Adalar’da atların faytonlara koşulmasına direnen tüm kadınlar yeryüzünün canlılığını vurgulamakta. İnsanı ve doğayı ayrı ele alan yaklaşımları sorgulayarak yaşamı bir bütün savunuyorlar.
Eko-feminizm yalnızca kadınların çevre eylemlerine dâhil olmasında hayat bulmuyor, yeni yaşam birlikteliklerinin nasıl örüleceği ve yeryüzünde çeşitli türlerin karşılıklı sorumluluk, dostluk ve dayanışma ağları örerek nasıl birlikte yaşayabileceği konusuna da ışık tutuyor. Aile kavramı içinde tanımlanarak ikincilleştirilmeye karşı, kadınlar kan bağına dayanmayan yeni akrabalıkların inşa edilebileceği kolektifler ve yaşam alanlarıyla ilişkileniyorlar. Eko-feminizm, birbiriyle ağ ören ağaçların, kadınların, hayvanların ve diğer tüm canlıların kendilerini var etmek istediği biçimleri dinleyerek, onlardan öğrenerek yaşamı savunmak ve kutlamak gerektiğini anlatıyor.
Kaynakça:
Aydemir, D. ve H. Özdemir. (2019). Ekolojik Yaklaşımlı Feminizm/Eko-feminizm Üzerine Genel bir Değerlendirme: Kavramsal Analizi, Tarihi Süreci ve Türleri. Dergi park.
Berktay, F. (1996). Eko-feminizm ya da Yüreğin İyimserliği. İstanbul Üniversitesi Kadın Araştırmaları Dergisi.
Demir, M. (2013). Çevre Olarak Konumlandırılmış Kadını ve Doğayı Birlikte Düşünmek: Ekofeminizm. Doğu Batı, Toplumsal Cinsiyet.
Maltaş, A. (2015). Ekoloji Ekseninde İnsan-Doğa İlişkisi ve Özne Sorunu. KMÜ Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi.
Üzel, E. (2006). Feminizm ve Doğa Ekseninde Ekofeminizm, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Gezgin, E. (2017). Kadın ve doğa üzerindeki tahakküme alternatif bir bakış: Ekofeminizm üzerine bir değerlendirme. Border Crossing, 7(2), 395-412.
Yılmaz, A. (2018). Çevrenin siyasallaşmasında kadın ve doğanın dönüşümü: Ekofeminizm. Social Science Development Journal,
* Bu yazı Jin Dergi’de yayımlanmıştır.