BİNGÖL – “Türklük Sözleşmesi” kitabının yazarı Barış Ünlü ile Bülent Eken’in derlediği “Bir Büyük Dönüşümden Kesitler Dünya ve Türkiye” başlıklı kitap, Dipnot Yayınları’ndan çıktı. Kitapta Alev Özkazanç, Barış Ünlü, Bülent Batuman, Bülent Eken, Delal Aydın, Egemen Özbek, Esra Sarıoğlu, Faruk Alpkaya, Kaan Ağartan, Selahattin Demirtaş ve Şükrü Argın’ın yazıları yer alıyor.
Mayıs seçimlerinde aktif siyaseti bıraktığını açıklayan eski HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, “Treni Kaçırmamak” başlıklı yazısında Kürt sorununu değerlendirdi.
Demirtaş’ın Gazete Duvar’da bir bölümü paylaşılan yazısı şöyle:
“Dışarıdayken katıldığım halk toplantılarında sık kullandığım bir metafor vardı, şöyle:
Bir yakınınızın taziyesinde kadın, erkek, çocuk kalabalık bir şekilde, büyükçe bir taziye salonunda keder içinde oturduğunuzu düşünün. Eş, dost, akrabalarla birlikte, diyelim ki beş yüz kişi bir aradasınız. Tanımadığınız biri salona giriyor ve aniden nara atarak bağırmaya, tehditler savurmaya başlıyor. Gelen zorba tüm salona hitaben, “Paralarınızı, takılarınızı, cüzdanlarınızı ve bütün değerli eşyalarınızı çıkarıp önünüzdeki masalara bırakın” diyor. Bu esnada da elindeki silahı sürekli kalabalığın üzerinde gezdiriyor. Salondaki beş yüz kişiden hiçbiri bu sert tehdide itiraz etmiyor, edemiyor. Verilen emirleri herkes harfiyen yerine getiriyor ve tüm değerli eşyalar masalara bırakılıyor. Zorba da masa masa dolaşarak bu eşyaları elindeki çuvala doldurup geldiği gibi çıkıp gidiyor.
Şimdi salondaki psikolojiyi ve hatta oluşan yeni sosyolojiyi hep birlikte düşünelim. Mesela burada yitirilen tek şey değerli eşyalar mıdır? Yoksa salondakiler özgüvenlerini de yitirmiş olabilirler mi? Veya onurlarını, birlikte hareket etme iradelerini, belki de bir topluluk olarak bir arada bulunma isteklerini de kaybetmiş olabilirler mi? Salondaki beş yüz kişiden bir tekinin bile zorbalığa itiraz edip, “Hayır, bunu yapamazsın, buna izin vermeyeceğiz” dememiş olmasının yol açacağı toplu utanç sonrasında acaba o insanlar bir daha birbirlerinin yüzlerine bakabilecekler mi? Yoksa mümkünse asla bir araya gelmemek ve o günkü utancı hatırlatacak her türlü temastan kaçınmak için dağılıp gidecekler mi? “Bence en yakın karakola gidip polise şikayet etmeliler” deyip hukuk yolunu hatırlatmak isteyenleriniz olabilir. Tamam, o halde metaforumu biraz daha detaylandırıyorum. Peki, taziye salonuna girip soygunu yapan zorba karakolun amiriyse ne yapacaksınız?
Artık uzatmadan konuya gireyim. Kürtleri anlatmaya çalışıyorum. Tam yüz yıl önce Osmanlı İmparatorluğu dağılıp Türkiye Cumhuriyeti kurulurken Kürt halkının başına gelenler aşağı yukarı budur. Dilleri, kültürleri, kimlikleri, vatanları 1. Dünya Savaşı sonrasının kederli taziye ortamında zorbalıkla gasp edilen Kürtleri anlayabilmek için bu toplumsal psikolojiyi bilmek gerekir.
29 Ekim 1923’te kuruluşunu ilan eden Türkiye Cumhuriyeti, aslında Anadolu’nun tüm Müslüman halklarının ortak devleti olma vaadiyle yola çıkmıştı. (Cumhuriyeti kuracaklar hem İstanbul Hükümeti’yle imzaladıkları Amasya Protokollerinde hem de TBMM’de yaptıkları konuşmalarda Osmanlı’dan kalan topraklarda Türklerle beraber Kürtler, Çerkesler ve Lazlar gibi Müslüman halkların yaşadığını ve Ankara’daki meclisin bütün bu halkların temsilcisi olduğunu beyan etmişlerdi.) Müslüman olmayan halklar ise başka yöntemlerle saf dışı bırakılmış veya tasfiye (yok) edilmişti. Yeni kurulacak devletin ilk anayasası olma özelliği taşıyan 1921 Anayasası da kuruluştaki bu ortak ruhu yansıtmaya çalışan ilk ve en güçlü hukuk metnidir. (Ermenilerin, Rumların ve Yahudilerin, Osmanlı’nın son döneminde başlayan ve Cumhuriyet dönemine sarkan tasfiyelerinin yol açtığı trajediler bu yazının konusu olmadığından onlara değinmiyorum.) Ancak 1924 Anayasası ile birlikte devletin inşası, mimarisi ve dayanacağı toplumsal yapı dramatik bir şekilde değişmeye başlar. Devlet bir “ulus devlet” olarak tasarlanırken devletin bizzat kendisinin yeni bir ulus yaratmasına karar verilir. Cumhuriyet’in kurucu elitine göre yeni devleti ayakta tutabilmenin biricik yolu budur. Aksi takdirde Osmanlı’nın başına gelenler kaçınılmaz olarak yeni devletin de akıbeti olacaktır. Parçalanma ve dağılma felaketinden korunarak birliği sağlamanın yolu da yeni değerler etrafında kenetlenecek tek bir ulus yaratmaktır. O değerler ortak dil, ortak tarih ve ortak kimliktir. Yeni ulusun adı Türk Milletidir. Dili tektir ve Türkçedir. Tek bir tarihi vardır o da şanlı Türk tarihidir. Ve elbette tek bir kimliği vardır, o da Türklüktür.
Merkezde kararlaştırılan bu yeni konsept kısa sürede genç Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi ideolojisine dönüşür ve artık sıra bu ideolojinin gereğini taşrada hayata geçirmeye gelir. İşte elinde silahla taziye salonuna giren zorbayı ilk olarak Şark İslahat Planı ve Umumi Müfettişlikler vasıtasıyla burada görürüz. Çünkü yeni Türklük tezinin tam hakimiyeti için tüm farklılıkların ya yok edilmesi ya da asimile edilerek Türklüğe devşirilmesi gerekir. Yani Kürt’ün Kürt olarak varlığı, Türk Milletinin inşa edilmesinin önünde bir engeldir. Yeni resmi ideolojiye göre ikisinin bir arada olmasının imkanı yoktur. Cumhuriyetin kurucu elitlerinin yol açtığı paradoks nedeniyle Türk Milleti varsa Kürt yoktur, Kürt varsa Türk Milleti yoktur. Bu anlayışa göre Kürtlüğün yok edilmesi Türk Milletinin varlığı için bir beka sorunudur artık.” (ÇEWLİK.NET)