İki bin on altı haziranı. Ülkenin başka bir köşesine doğru gidiyorum, yanımda babam, yaz tatilini çalışarak geçirip para kazanacak olmanın verdiği gurur ve heyecan… Benim bu yolda ilk yolculuğum, babamsa yılların yolcusu. Bu yüzden heyecanlı değil ve yılların yükünü taşıdığı o güçlü omuzları da artık eskisi gibi dik değil. Bense babamın omuzlarının aksine dik tutuyordum omuzlarımı. Saat gece yarısını bulmuştu. Cizre-Nuh otobüsü yanımızda durduğunda, valizimi yerleştirip evimize son bir defa daha bakıp otobüse bindik. Gideceğimiz yerde göreceğim şeyin sadece ekmek savaşı olmadığını bir yıldır ana haber bültenlerinin anlattığı destansı hikayelerden iyice öğrenmiştim. Ve bastığım yerleri toprak diyerek geçmeyeceğimin de farkındaydım elbette! Yol boyu gideceğimiz adsız ülkeye bir isim düşünüp durdum ve bu yüzden yolculuk yüz yıl sürdü. Babamın seslenmesiyle uyandığımda gün aymıştı. Babamı orada bırakıp otobüsten indim. Omuzlarım yarım eğikti.
‘Toprağı ikiye bölen sınır çizgisi’
Ayak bastığım yer, yüz yıldır uyuduğumu anlamış ve uyandırmak istermiş gibi soğuk bir çöl rüzgarıyla çarptı yüzüme, gözlerimi kırpıştırıp ileriye doğru baktığımda ilk gördüğüm şey Musa’nın Kızıldeniz’i ikiye yarması gibi bir karış toprağı ikiye bölen bir sınır çizgisiydi. Nuh’un gemisi buradan yakın zamanda geçmiş olmalıydı çünkü o ana kadar bildiğim en büyük tufan oydu. Tufan, gözlerimin içinden kalbime ağrılı bir soru gibi akıyordu: Nuh bu yıkıntıları, bu enkazı görmüş olsa; insanlığı kurtarmak, dünyayı yeniden imar etmek için bir gemi inşa eder miydi? Bu ağrılı sorunun ağırlığını bastırmak için uzaktan şantiyeye baktım. Soru içimde bir enkaza dönüştü. Çünkü orayı yeniden inşa etmek için orda olduğumu hatırladım. Ürkünç hayretle şantiye yürüdüm, vardım. Şantiyeye, işçilerin karanlık ve umutsuz dünyasına… Muhtemelen buradaki bütün işçiler aynı ülkenin insanıydı, konuştukları dilden anladım. Selamladım onları. Burada olmanın içinde yerimi aldım.
‘Büyük bir enkaz yığını’
Baktığım her yer büyük bir enkaz yığınıydı. Garip olan sınırın öte tarafında kalan ülkenin de hali buradakinden farksızdı. Ara ara yakındaki şehrin üzerini simsiyah dumanlar kaplıyordu. Neden bu ülkelerin insanlarına bu şekilde davranıyorlardı? Bunu sorgulamadan edemiyordum. Onlardan istedikleri şey neydi? Yaşadığım ağır şartlar her an bunları düşünerek daha da ağırlaşıyordu. Neden yıkmışlardı ve biz neden inşa ediyorduk? Geceler, bu tozlu soruların kasvetiyle çöküyordu üzerimize. Olanların ağırlığından kurtulmak için çalışma şartlarının ağır olmasına sevinecek hâle gelmiştim. Çok yorul, erken uyu!
Her gece gördüğüm pos bıyıklı yaşlı adam’
Rüyalarımda büyük büyük ordular görüyordum. Askerlerin hepsi farklı bir çağlardan gelmişlerdi sanki. Kıyafetleri, silahları birbirlerinden farklıydı. Kimisinin elinde, kılıçlar, kiminde eski tüfekler, mancınıklar, toplar, tanklar, tayyareler… Akın akın geliyorlardı ve tüm askerler aynı dili konuşuyorlardı. Bu büyük ordulara karşısında tek bir kişi vardı, her gece gördüğüm pos bıyıklı o yaşlı adam… Çeşit çeşit silahlarla üzerine gelmelerine rağmen hiç kaçmıyordu ve elinde ucu kırık bir hançer vardı yalnızca. Onun bu haline üzülüyor, ‘Kaç geliyorlar’ diye bağırıyordum tüm gücümle. ‘ama o keskin bakışlarını üzerime çevirip bana bakıyordu ve yine tüm kararlılığıyla elinde ucu kırık hançerle beklemeye devam ediyordu. Bağırmak, hançerin ucunu onarmıyordu.
‘Neden selam vermeden geçiyorsunuz?’
Günler hızla geçip gidiyordu. Şantiyenin kasvetli havasından kaçmak için akşamları çarşıya çıkıyordum. Yine öyle bir akşamdan sonra şantiyeye dönme vakti gelmişti. Dört arkadaş sohbet ederek yürüyorduk. Şantiyenin girişinde bir özel harekat noktası vardı. Oradan geçip giderken bir polis arkamızdan seslendi. Sesine ölümün karanlığı sinmiş ve yüzyıl öncesinden gelen bir ses gibiydi. Rüyamdaki orduların sesine benziyordu. Hatta aynıydı. Tank sesi, top sesi, kılıç ve tüfek sesiyle de… Sesin geldiği yere doğru döndük ne söylediğini anlamak için. Tekrardan bağırdı: “Neden selam vermeden geçiyorsunuz?” Afallamıştım başta. Sonra içimde o ağrılı soruyla beraber bir öfke dalgasının yükseldiğini hissettim. Yanımdaki arkadaş daha uzun süredir oradaydı. Bu yüzden tecrübeli davranarak ”Biz selam verdik siz duymadınız” dedi. Yürümeye devam ettik, yürüyüş de yüz yıl sürdü.
Yirmi yıl öncesinden bir sayfa
Şehrin kızgın güneşine ve sıcağına maruz kalmamak için güneşten önce başlıyorduk çalışmaya. O günlerde düşündüğüm şeylerden biri de güneşin güne nasıl başladığıydı. Bizim gibi söverek mi? Yine bir gün hislerini okuyamadığım güneş yükselmişti. Sıcaklık her yanı kavuruyordu. Binanın gölgesine oturmuş elimdeki dal parçasıyla toprağı eşeliyordum. Gözlerim bir an boşluğu terk ederek toprağın içinde bir şeye takıldı. Dikkatlice açtım etrafını. Üstündeki toprağı temizledim. Ellerimin arasında sararmış, bir kısmı da yanmış bir kitap… Şaşkındım. Biraz da heyecanlıydım. Sayfalarını karıştırmaya başladım. Bir sayfada durdum. Şaşkınlığım devam etti. Yirmi yıl öncesini anlatan bir yazıyla karşılaştım. Yirmi yıl önceyi anlatıyordu. Birkaç gün önce yaşadığım şiddetin aynısını yaşamış bir gencin hikâyesini anlatıyordu.
Hançer ve yaşlı adam
İnanması güç geldi başta. Yaşadığım bu olayı düşündüm gün boyu. Akşam çarşıya çıkmadım, üzerimde bir garip hâl… Yaşadıklarımı düşünürken uyuyakalmıştım ve o gece rüyamda çok daha büyük ordular gördüm. Daha eski zamanlardan çıkıp gelen ordular katılmıştı aralarına. En önlerinde mağrur bakışlı kumandanlar, çelenkli, yıldızlı, altınlı armalılar… Bu defa hücum ediyorlardı. Allah Allah! sesleriyle ve rap rap! adımlarla…
O yaşlı adam eskimiş ve yamalı şalvarlarıyla ve elindeki ucu kırık hançerle hâlâ orada dikiliyordu. Daha keskin bakıyor ve elindeki hançeri daha sıkı tutuyordu. Ordular artık çok yakındaydı. Ben yine bağırıyordum tüm sesimle. Kaçıp saklanmasını söylüyordum ama o hiç kıpırdamıyordu. Beni duymak istemiyor gibiydi. Ona doğru koşmaya çalıştıkça toprağa çivi gibi saplanıyordum. Kımıldayamıyordum. Bağırmaya devam ettim ve sonunda beni duymuş olmalıydı ki o keskin bakışlarını bana doğru çevirdi. Bakışları yumuşadı. Kalın ve gür bıyıklarının altında zor görünen hafif bir gülümseme sardı çehresini. Sonra yine dönüp ordulara baktı. Daha keskin, daha öfkeli baktı. Elindeki hançeri daha sıkı kavradı. Tüm gücüyle toprağa sapladı. Şiddetli bir sarsıntıyla her yer toz toprak kesti. Hiçbir şey göremiyordum. Heyecandan titreyen ellerimle yüzümü sıkıca kapattım. Bir süre sonra toz dağılmaya başladı. Gözlerimi açtığımda her bir dalında kartal olan dört meşe ağacı gördüm ve o büyük orduların hepsi kaybolmuştu. Yaşlı adamın olduğu yöne baktım yoktu. Durduğu yerde bir parıltı! Oraya doğru yürüdüm. Toprağa saplanmış o ucu kırık hançerdi parlayan, çekip çıkardım saplandığı yerden. Antik dönemden kalma diyebileceğim kadar eski bir hançerdi ve usta bir elden çıktığı belliydi. Başlığında kartal başı vardı, kabzasında altın yaldızlı, yirmi bir ışını olan bir güneş deseni… Ben güneşe dokununca irkilerek uyandım ve uyanmam yüzyıl sürdü.
YORUMLAR