18.3 C
Bingöl
Salı, Haziran 17, 2025

Enerjinin Bedeli: İnsan Eliyle Bozulan Doğal Denge


Hiçbir enerji kaynağı masum değildir. İnsan eliyle doğanın döngüsüne müdahale edildiğinde, beraberinde mutlaka bir yan etki doğurur. Özellikle büyük ölçekli hidroelektrik santraller (HES) kurulduğunda, balıkların göç yolları kesilir, türler yok olur. Barajlarda su tutulduğunda barajın alt kısmı kurur, taşkın riski artar, yer altı suları çekilir ve bölgede yaşayan insanlar göç etmek zorunda kalır. Sulak alanlar, sazlıklar, balçık bölgeler yok olur; o alanlara bağlı ekosistem, bitki ve hayvan çeşitliliği tehlikeye girer.

Baraj suları tutulduğunda, barajın üst kısmındaki yerleşim yerleri zarar görür. Toprak su altında kalır, bitkiler çürüyerek metan gazı salar ve bu da sera gazı etkisini artırır. Tarihi kültürel miraslar, mezralar ve köyler su altında kaybolur. İklim değişikliği hızlanır; kar yağışı azalır ya da tamamen ortadan kalkar. Bu da bölgedeki albedo etkisini — yani karın güneş ışınlarını yansıtma kapasitesini — düşürür ve daha fazla güneş radyasyonu toprağa ulaşır. Yağış döngüsü bozulur; vadilerde yazın kavurucu sıcak, kışın ise kuru ayaz hâkim olur.

Nehir tipi HES’lerde ise su, dereden alınarak kilometrelerce uzaklara tünellerle ve borularla taşınır. Bu süreçte beton santrali kurulur, dinamit patlaması yapılır, ormanlar kesilir, toprak örtüsü yok edilir, kaya parçaları dere yataklarına yuvarlanır. Canlıların suya erişimi engellenir; vadideki ekotonlar, yani geçiş alanları yok olur. Örneğin Batman bantlı çöpçü balığı ve su samurları gibi türler HES tehdidi altındadır. Bu müdahaleler, doğanın kendi içindeki iletişim ve yaşam zincirini koparır. Zincirleme olarak kurulan HES ve barajlar, suyun başlangıç ve varış noktasına kadar bu etkiyi sürdürür. Su hakkı, hem insanlardan hem de diğer canlı türlerinden alınmış olur. Zincirleme HES’ler, zincirleme felakete zemin hazırlar.

Nükleer enerji ise bambaşka bir tehdittir. Normalde yüksek su ihtiyacı nedeniyle deniz kıyılarına kurulan santraller, deniz ekosistemini tehdit eder. Çalışma sırasında aşırı sıcak su deşarjı yapılır ve deniz canlılarının yaşam döngüsü bozulur. Bir deprem ya da savaş anında sızıntı veya patlama yaşandığında Çernobil ve Fukuşima gibi felaketler, insanlık tarihine kara leke olarak yazılmıştır. Nükleer atıklar yüzlerce yıl tehlike saçmaya devam eder ve güvenli bir şekilde bertaraf edilmesi neredeyse imkânsızdır.

Jeotermal enerji de her ne kadar temiz gösterilse de, aşırı su çekimi yer altında boşluklar oluşturarak depremleri tetikler. Geriye basılan sıcak su ise toprağı ve yer altı suyunu kirletir. Ayrıca asidik gazlar salarak çevreye zarar verir.

Güneş enerjisi, büyük çaplı meralara kurulduğunda doğal mera ve orman alanları yok edilir. Canlıların yaşam alanları ve bitkilerin oksijen üretim sahası kaybolur. Panellerin üretimi için topraklar kazılır, maden ocakları açılır ve bu süreç çevreye yeni zararlar verir. Çözüm; daha küçük çaplı, çatılarda ve uygun alanlarda kullanım olmalı; tüketim alışkanlıkları değişmeli, güneşin doğduğu ve battığı saatlere uygun yaşam modelleri benimsenmelidir.

Kömür ve termik santraller başlı başına bir felakettir. Çıkarıldığı bölgede coğrafyayı bozar, kaçak çalıştırılan işçiler göçüklerde can verir. Soma faciası hâlâ hafızalarımızda tazeliğini koruyor. Toprak, hava ve su kirlenir. Yeşil alanlar kurur, meyve ağaçları zarar görür. Bölge halkı akciğer, kalp ve cilt hastalıklarıyla baş başa kalır. Şırnak (Silopi) örneği de hâlâ hafızalardadır.

Petrol ve doğalgaz da çıkarıldığı sahalarda ekosistemi tahrip eder. Petrol sızıntıları, okyanus ve denizlerde yıllarca süren felaketlere yol açar. Doğalgaz boru hatları yapılırken ormanlar kesilir, toprak örtüsü zarar görür. Her iki kaynak da karbon salınımını artırarak küresel ısınmayı hızlandırır.

Biyokütle ve biyogaz ise çoğu zaman masum gösterilse de, özellikle tarım arazilerinin bu amaçla kullanılması gıda üretiminin azalmasına ve toprak verimliliğinin bozulmasına yol açar. Yanma sonucu yine sera gazları salınır.

Orman tahribatı, enerji, kâğıt ve mobilya için yapılan kesimlerle oksijen kaybına, iklim değişikliğine ve biyolojik çeşitlilikte büyük kayıplara neden olur. Meşe ağaçları gibi bazı türler, arıcılık ve tohum taşıyıcıları için hayati önemdedir. Ormanını kaybeden uygarlıkların sonu, Paskalya Adası’nda olduğu gibi felaket olmuştur.

Rüzgâr enerjisi ise büyük çapta kurulduğunda, yol açımı için orman kesimi yapılır. Rüzgâr türbinlerinin çıkardığı ses, kuşların göç yollarını değiştirir ve çevredeki canlıları rahatsız eder. Türbin üretimi için gereken maden ocakları da doğayı bozar.

Peki, Çözüm Nedir?

Daha çok tasarruf, daha az israf. Güneş ışığından ve doğal döngülerden maksimum fayda sağlamak. Kentten kıra dengeli göç. Arıcılık, meyvecilik, dengeli hayvancılık ve doğaya uyumlu yaşam. Ağaç dikimi, bitki çeşitliliği, su kaynaklarının korunması, meraların sahiplenilmesi. Küçük ölçekli, doğal döngüyle uyumlu enerji üretimi. Japonya örneğinde olduğu gibi, ağaçları kökünden kesmeden dallandırmak.

Son Söz

Unutmayalım ki doğayı yok eden her uygarlık, kendi sonunu da hazırlamıştır. Bugün biz de doğanın döngüsünü yaşatmak için harekete geçmezsek, yarın nefes alacak bir ağaç, içecek temiz bir su, duyacak bir kuş sesi kalmayacak. Bu dünyayı torunlarımızdan ödünç aldığımızı hatırlayarak yaşamak zorundayız.

İlginizi Çekebilir

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

- Reklam -

Son Haberler