Emin Turhallı
İnsan ile doğanın kaderi aynı noktada başladı ve aynı noktada devam ediyor.
Tarih boyunca kimi toplumlara “ilkel” dendi, ardından “geri kalmış”, “cahil”, “medeniyet görmemiş” damgaları vuruldu. Toplumlar sınıflara ayrıldı: köleler, işçiler, burjuvalar; sosyalist, komünist, kapitalist sistemler… Emek-sermaye çatışması, din temelli ayrımlar… Liste uzadıkça uzadı.
Taş, kimi yerde hançere, kimi yerde tüfeğe, kimi yerde kimyasal silaha dönüştü. Zıtlaşma ve alt etme kültürü hep canlı tutuldu; toplumlar sürekli yarıştırıldı. Önce toprak parçalandı, ardından ağaçlar kesildi. Doğal alanlar meraya, meralar tarlaya çevrildi. Toprak eziyet gördükçe, insan da eziyet görmeye başladı. Tarlaya çit çekildi, insana kelepçe takıldı. Hapishaneler yapıldı. Bir kere doğaya haksızlık edilmişti, insan bundan payını almayacak mıydı?
Kelepçe taktıranlar, hapishane yaptıranlar “baş” oldular. Suçlular hapsedildiğinde geriye kalanların huzur bulacağı söylendi. Bilim bile çoğu zaman bu mantığın yanında durdu; güçlünün safı hep güçlü kaldı.
Toplumlar, somut gerçeklerle değil, soyut kavramlarla yönetildi. Zamanla bu araçlar değişti: reklam, televizyon, spor, kumar, fakirlik, fuhuş, faşizm, siyaset… Amaç hep aynıydı: dikkat dağıtmak ve kontrolü elde tutmak.
Bir dönem toplulukları alt etmek için zehirli gazlar kullanıldı. Daha sonra aynı kimyasallar tarım verimi bahanesiyle toprağı, suyu, insanı zehirleyen kimyasallar devreye girdi. Termik santral mi, nükleer santral mi, fark etmedi. Birileri emretmişse mesele kapanıyordu. Fabrika bacaları zehir saçıyor, atıklar suyu kirletiyor, insanlar kanser oluyordu… Hiç önemi yoktu.
Mantık hep aynıydı: Toplumu kuşat, doğayı parçala, suyu kontrol et.
Kontrol edilemeyen insan düşman ilan edildi. Şirketler, doğanın her varlığına fiyat biçti; su, orman, dağ, maden… Hepsi bir “kaynak” olarak hedefe kondu.
Bugün geldiğimiz nokta açık: Toplum da doğa da kuşatma altında. İkisi de can çekişiyor. Sera gazı, iklim değişikliği, açlık, kuraklık, savaş… Bunlar buzdağının sadece görünen kısmı. Başımıza bunlar, bilmediğimizden değil; çok iyi bildiğimizden geldi.
Devletler ve Şirketler Arasındaki Sessiz Ortaklık
Bana göre bu düzenin iki “koruma alanı” var:
Birincisi, şirketlerin kendi varlığını ve zenginliğini koruma isteği.
İkincisi, devletlerin bu şirketlere duyduğu bağımlılık ve korku.
Her şirket kendi devletine “beni koruyamazsan, sen de yok olursun” diyor. Çünkü onlar için dünya bir dağ, bir maden, bir su kaynağı değil; kasaya girmemişse, altın, para, mal sayılmıyor. Devletler de buna inanıyor. Kör, sağır ve dilsiz bir düzen böyle dönüyor.
Bütün ulusların adalet sistemleri mal-mülk üzerine kurulu. Dağ yok olmuş, deniz kirlenmiş, ormanlar bitmiş… Hiç fark etmiyor. Yeter ki ekonomik çark dönsün. Bu nedenle Birleşmiş Milletler bile doğa için bağlayıcı kararlar alamıyor. Her ülke kendi dalını kesiyor.
Tarih Bize Ne Diyor?
Tarihte defalarca görüldü ki, kendi doğal varlıklarını yok eden uygarlıklar sonunda kendi sonunu da hazırladı. Sümerler, Mayalar, Vikingler… Hepsi ekolojik çöküşün kurbanı oldu.
Bugün Japonya, Almanya gibi ülkeler bu dersleri hatırlıyor. Japonya topraklarının %74’ünü ormanla kaplı tutmaya çalışıyor. Almanya mümkünse tek bir ağacı kesmemeye çabalıyor. Ama bu korumacılık, başka ülkelerin kaynaklarını tüketme pahasına sürüyor. Japonya kerestesini Avustralya’dan alıyor, Avustralya ormanları ise her yıl büyük yangınlarla yok oluyor.
ABD, yerli halk olan Kızılderililerin topraklarını yok ederek kendi “medeniyetini” kurdu. Şimdi ise kendi ülkesindeki doğal felaketleri yaşadıktan sonra gözünü dışarıdaki kaynaklara dikmiş durumda. Batıda HES’ler birer birer kapanırken, madenler sınırlanırken, Ortadoğu’Afrika ve Asya’da hâlâ “kalkınma” bahanesiyle yeni HES’ler, yeni madenler açılıyor.
Sarım Havzası: Direnişin Eşiğinde
Dünyadaki bu tablo, yerelde Sarım Havzası’nda birebir yaşanıyor. Yüzyıllar boyunca bu havza, iki değer üzerine yaşamını kurdu:
- Doğayı kutsal görmek
- Dayanışma kültürünü korumak ve geliştirmek
Bu sayede, çevredeki bölgeler kuraklık felaketleriyle boğuşurken Sarım Havzası suyu, toprağı ve insanıyla ayakta kaldı, komşularına destek oldu.
Bugün ise aynı havza maden ve HES kuşatması altında. Eğer bu mücadeleyi kaybedersek, sadece bir bölgeyi değil, bir yaşam biçimini kaybedeceğiz. Çünkü burada kaybolacak olan sadece su değil, doğayla uyumlu yaşamanın bin yıllık hafızasıdır.
Son söz: Dünyadaki tüm canlılar şu an küresel bir tehlike altında. İklim felaketi hepimizi yok oluşa sürüklemeden önce “acil fren” yapmak zorundayız. Doğa, zenginin kasasındaki maldan çok daha kıymetlidir. Bu gerçeği unutan her uygarlık gibi biz de kendi sonumuza yürürüz.
Ve unutmayalım: Doğayı kuşatan, sonunda kendini kuşatır.




